ROBERT Koleji kökenli bir sınıf arkadaşım büyük toplantı salonunda yapılan bir sınavda yanıma oturdu. Tarhan, “Sen kopya da çekmezsin değil mi?” diye sordu. “Keşke başka yere otursaydım” der gibiydi vurgusu. Gayet doğal bir şekilde cevap verdim: “Tabii çekmem!”. Yıllar sonra -80’li yılların ilk yarısında öğrenci olduğum düşünülürse, yirmi yıldan fazla- hafızamın bohçasından çıkıp geldi bu sahne. Okulun tek başörtülü öğrencisiydim ve beni kopya çekmeyen biri olarak görüyorlardı arkadaşlarım. Başımı örtmem belli bir kişilik yapısına sahip olduğum, en azından buna çabaladığımın bir işaretiydi onların gözünde. Hamursuz orucunu, benim ikram ettiğim bisküvi ile açmaktan mutluluk duyduğunu ifade eden Diane için de başörtüm, dindarlığımdan başka bir anlam taşımıyordu.
Benim ve pek çok arkadaşımın bireysel tecrübesi böyle olduğu halde, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren yapılan sosyolojik araştırmalar, daha ziyade kimlik üzerinden ve siyasi hareketlerle bağlantılı olarak analiz etme yoluna gittiler üniversitelerdeki başörtülü öğrenci ‘sorunu’nu. Aslında bu sadece Türkiye’ye özgü bir yaklaşım da değildi. Sosyal bilimciler İslam’la ilgili bedensel pratikleri (özellikle örtü) daha ziyade belirli sosyal hareketlerin ve siyasi hedeflerin sembolü olarak yorumlama eğiliminde olageldiler. Yani bu pratikler, onlara göre, olsa olsa grup çıkarlarının ve siyasi farklılıkların ifade araçlarıydı. Tüm dünyada yükselen İslam’ı, Arap milliyetçiliğini, fanatik İslami hareketleri, en hafifinden Avrupa kimliğine entegre olmayan Müslüman kültürleri sembolize eden araçlar…
Türkiye’de bu sembolleştirmeye Cumhuriyet’in kuruluş dönemi reflekslerinden beslenen laik-şeriatçı kutuplaşması, şehirleşmeyle birlikte artan merkez-çevre gerilimi, seçkin ve ayrıcalıklı olduğuna inanan şehirleşmiş kesimin “hayat tarzı” kaygısı da eklenince, cemaatle namazın “toplu namaz” ifadesinde açığa çıkan bir protesto eylemi olarak algılandığı, kendi durumunu açıklamak zorunda bırakılan başörtülü kadınlar iffetten bahsedince, “Vay sen bize ahlaksız mı diyorsun?” diye itiraz edildiği bir vasat oluştu. Kimlik gözlüğü sadece sosyal bilimleri değil, medya ve magazin dilini de etkisi altına aldığı için, dininin zorunlu ibadetlerini yerine getiren Müslümanlar, belli bir siyasal hareketin sözcüsü olarak görülmekle kalmayıp; seküler kültürün hâkimiyeti altında dindar olmak yeterince zor değilmiş gibi, başkalarının hayat tarzını tehdit eden değilse bile yargılayan kimseler olarak görülmeye başlandılar.
Oysa diğer pek çok dinde olduğu gibi, İslam’da da bedensel pratikler (bu sosyolojik ifadenin dinî terminolojideki karşılığı ‘amel’dir ki bunlar belli tarzda giyinme, belli şeylerden sakınma, tekrarlanan ibadetler vb. şeylerdir), dışa doğru bir iddia değil, içe doğru bir ikna ve eğitim sürecinin göstergesidir. Mesela namazın kötülüklerden uzaklaştıracağını bildiren bir ayet vardır Kur’an’da. Bu, namaz kılan kimselerin kılmayanları kötülükle itham edeceği şeklinde yorumlanamayacağı gibi, namaz kılan herkesin yüzde yüz iyi olduğu anlamına da gelmez. Beklenen odur ki, kişi namaz kılmayı disiplinli bir şekilde sürdürürse, bu ibadet (bedensel pratik) onda namaz kılmayla ilgili içsel arzuyu doğuracak, aynı zamanda onun kişiliğini de olumlu yönde etkileyecektir.
Namaz kılma arzusu elbette doğal değildir, bir dizi disiplinli davranış neticesinde oluşturulur. Kişi, takvayı gösteren bu arzulara sahip olabilmek için birtakım teknikler uygular ki bunlar dinî kaynaklarda emirler, yasaklar ve tavsiyeler şeklinde yer almıştır. Mesela imanı zayıflatan şeyleri görmek, duymak ve hakkında konuşmaktan kaçınmak ve Allah’ın iradesine teslim olmayı kolaylaştıracak fiillerle meşgul olmak gibi davranışlar içinde olmalıdır takvaya talip olan kişi. Kişinin bütün fiillerinin Allah rızasını muhafazaya yönelik bir hal alması, yani Kur’anî terminoloji ile “mutmain bir nefs”e dönüşmesi, birden bire olan değil, birbiri üzerine birikerek oluşan bir süreçtir. Bunun net sonucu da görünür düzeyde düzenli olarak namaz kılabilmek, daha deruni düzeyde ise muttaki bir kişiliğin oluşmasıdır.
Örtünme için de benzer şeyler söylenebilir. Müslüman bir kadın, bir kimliği vurgulamak için değil, bu uygulamaya içkin bir amacı gerçekleştirmek için örtünür. Hayâlı ve iffetli bir benliğe sahip olmak için yeterli değil, ama zorunlu bir şarttır örtünmek. Örtü bir kabuk olarak da görülebilir, özün gelişmesi için gerekli olan koruyucu bir kabuk. Bu anlamda örtü, dışta, yani davranışlarda ortaya konan pratiklerle, içte belirli birtakım duyguları, düşünceleri oluşturmak için disipline edici pedagojik bir araçtır. Saba Mahmood, dıştan içe doğru gerçekleşen bu pedagojik süreci habitus kavramıyla analiz eder (Politics of Piety, 2005). Dış davranışlar (mesela bedensel fiiller, sosyal davranışlar) ile içsel konumlar (mesela duygusal durumlar, düşünceler, niyetler) arasında bir koordinasyon sağlanarak ahlaki faziletlerin elde edildiği bir pedagojik süreçtir habitus ya da Gazali’den Miskeveyh’e ve İbn Haldun’a dek pek çok İslam âliminin kullandığı şekliyle meleke. Meleke, bir dizi uygulamalı meslekte mükemmellik kazanmanın zaruri bir parçasıdır.
Başka becerilerde olduğu gibi inançta da meleke kazanmak ancak uygulamayla mümkün olur. Uygulamayla öyle bir tekamül derecesine ulaşılır ki bu meleke artık bütün fiilleri ve uygulamaları yönetmeye başlar. Bu kullanımıyla habitus ya da meleke, tekrarlanan faziletli davranış pratikleri aracılığıyla içsel itkiler, yönelimler ve duygusal durumlar arasında bir eşgüdüm kazanmak anlamına gelir. Kişi böylece arzularını yeniden takvayı besleyecek şekilde yönlendirebilir ve bu mertebeyi kazanmak için her daim bilinçli bir çaba içinde olabilir.
Bu davranış tarzı, aslında liberal benlik anlayışının tamamen hilafınadır. Liberal kişilik, “ne hissediyorsam öyle davranmalıyım” düşüncesinden hareket eder. Bu nedenle ‘dürüstlük’, yani hissettiğin gibi davranmak çok önemlidir. Fakat aradaki fark şudur: Dinin gereklerini yerine getirenler, hissettikleri gibi davranmaya teslim olmazlar; iyi davranışları çok tekrarlayarak iyi hissetmeye talip olurlar. Aristo’nun ahlaki fazilet anlayışında da aynı mantık hâkimdir. Kişi, cesur davranışlarda bulunarak cesur, fedakar davranışlarda bulunarak fedakar, yardımsever davranışlarda bulunarak yardımsever olur. Kişinin yapması gereken, bedenin dış davranışlarını tekrar yoluyla pedagojik bir araç olarak kullanmasıdır. İşte bu bedensel pratikler (tekrarlanan ibadetler, örtünme) deruni alanda olması beklenen tekamülün sağlanması için en temel araçlardır. Hedeflenen içsel dinamiğin gerçekleşmesine zemin teşkil eden potansiyel de sadece ve sadece bu pratiklerdedir.
Sosyal bilimler, özelde antropoloji ve sosyoloji bu hususu göz ardı ettiği için, ya dinin bedensel pratiklerini kimlik ve siyasal hedef boyutunda yorumlamanın ötesine geçemiyor ya da mesela örtüde olduğu gibi “Kadınlar nasıl oluyor da kendilerini ikincilleştiren, ‘ataerkil’ bir uygulamaya talip olabiliyorlar?” sorusuna takılıp kalıyor.
Paylaş
Tavsiye Et