“SIRADAN bir hayat hayli karmaşık bir malzemedir” sloganıyla 2004’te gösterime giren Görkemli Hayatım (American Splendor), monoton yaşantıların hayatı altüst eden tesadüflerle ve ilginç(leştirilebilir) hadiselerle dolu olabileceğini savunur. Filmin 1950’lerin Amerika’sında geçen açılış sahnesinde Cadılar Bayramı gecesi kapısı çalınan yaşlı kadın, farklı kılıktaki çocuklara kostümlerinin ismiyle seslenir: Batman, Superman... Ancak içlerinden birisi gündelik kıyafetleri içindedir. Diğer bir deyişle, kahraman değil; sıradan biridir.
2003 ABD yapımı filmin 1940-50’lerin Türkiye’siyle bir ilgisi yok elbette. Filmin kahramanı Harvey Pekar ile 1952’de hayata gözlerini yuman hikâyeci, romancı, siyaset adamı Memduh Şevket Esendal arasında da bir bağ yok. Yine de bu iki karakter arasında (edebiyat tarihçilerinin açtığı sosyo-kültürel kulvarda gönlünce turlayarak edebiyat eleştirisini metin eleştirisi ile özdeşleştiren eleştirmenleri kızdırmak ve hatta mevzu arayan kem gözleri rahatlatmak pahasına) ortak bir kalkış noktası bulunabilir: Sıradanlık.
Ne var ki iki yüzü aşkın hikâyesinde sıradan insanları ele alan yazarın sıradanlığa yüklenişi hiç de öyle küllerinden yeniden doğmak cinsinden değil. Hani nasıl derler, hayat filmlerdeki gibi değil!
Esendal’ın, dönemindeki ‘karmaşa’ya iltifat etmemesi bir bakıma makul sayılabilir… II. Dünya Savaşı’nın ağır tahribatını yaşayan Avrupalı’nın (o ucuz tabirle söylersek) hayata bakışı ile yeni tesis edilen güpgüzide Türkiye’nin güzide emeller besleyen siyaset adamınınki arasında çap-çeper dengesi kurmak, hele de bu kadife atmosfer içinde, dış dünyada namüsait bir mahiyette tezahür eden teknik, estetik arayışlara meyletmek, örneğin bu arayışın küçücük bir enmuzeci sayılabilen yeni-gerçekçilik akımıyla taçlanmış 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları (Ladri Di Biciclette)’nın insanlığın türlü hâllerini sergileyen tutunma gayretindeki sıradan adamı ile yurdum insanı arasında meşrep birliği aramak, bu ahval ve şerait içinde beyhude bir çaba addedilebilir.
Yine de aklımıza şöyle bir soru takılıyor: Esendal’ın sütliman havada hayatlarını idame ettiren küçük, saf ve temiz memurları, siyaset adamlığının günün politikaları hesabına bir kimlik biçmeye çalıştığı yeni insancıkları mı? Hangisi daha beyaz: İdeolojik kaygı mı, sanat kaygısı mı?
Aslında göbeğini kaşıyanlar sınıfıyla kanbağını koparmamış bir soy kütüğüne mensup Esendal’ın, 1883 yılında Çorlu’nun bir çiftliğinde başlayıp 1952’de eski milletvekili sıfatıyla Ankara’da sona eren 69 yıllık yaşantısı, bütün dünyada ve ülke sınırlarında emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessilliğine soyunabilecek dahili ve harici hadiselerin cirit attığı bir döneme tekabül ediyor. 1906’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne giriyor Esendal. Müfettişlik, parti komiserliği vazifelerinde bulunuyor. Bakü’ye (1920), Tahran’a (1925) ve Kabil’e (1941) büyükelçi olarak atanıyor. Hal böyleyken insan sormadan edemiyor: Nasıl oluyor da eski-yeni rejim tartışmalarının ayyuka çıktığı dönemin, türlü cereyanlar ile şanzımanlı makine misali bir sağa bir sola savrulan naçizane insancıkları Esendal’ın hikâye tiplemelerine yabancı kalabiliyor?
Devlet katındaki tüm mesainin yeni Türkiye’yi kuran ideolojinin harcının sağlamlaştırılmasına adandığı bu yılları Elâzığ (1931-33), Bilecik (1941-50) milletvekili ve CHP genel sekreteri (1941-45) sıfatları ile geçiren Esendal, mevcut düzenin Türk insanını sığlaştırma ve her türlü düşünce derinliğinden arındırma hedefine hikâye cihetinden tercümanlık etmeyi mi yeğledi? Yazarın küçük insancıkları, duygu çeşitliliği bakımından en bereketli merhaleyi kat eden bu zümrenin, sanatçı hissiyatıyla değil de siyasetçi hassasiyetiyle yoğrulmuş numuneleri olmasın sakın… Doğrusu, bütün resmî müesseselerin azametli kurumlara dönüştüğü bu yıllarda Esendal’ın tercihi (ya da düşünce ufkunun buna denk gelişi) şaşılası bir durum değil.
“Küçük adam”ları anlattığı hikâyeleriyle Sait Faik’e yaklaşır gibi gözükse de, küçük ve sıradan insanlarını psikolojik tahlillerle pekiştirmiyor. Tersine, hikâyeleri el yordamıyla, bir çırpıda çiziliverilmiş tipler bakımından hayli zengin bir memba.
İlginçtir, yazarla aynı dönemi, aynı ‘sol’u paylaşan Sabahattin Ali’nin Türk insanı ile Esendal’ınki birbiriyle mukayese bile edilemez. Çağdaşlaşma serüveniyle tepetaklak edilen değerlerin enkazına doğan; şaşkınlığın izlerini, sarsıntının acısını iliklerine değin hisseden 40’lı, 50’li yılların insanıdır Ali’ninkiler. Ayrıntıların en alt düzeye indiği, basit, sığ, yuvarlak yaşantıları kalemine dolayan Esendal’ın ufuksuz, kaygısız, yalnızca geçim sıkıntısının ve en asgari gereksinimlerinin farkına varabilen Türk tipinden farklıdır.
Belki tam da burada, baştaki alıntıya dönmek gerekiyor: Evet, sıradan bir hayat, hayli karmaşık bir malzemedir; fakat görmesini bilene! Hikâye kişilerinin sığ dünyası ile yazarın bu dünyayı algılayışı arasında bir derece farkı bulunuyor mu? Sığlık, sıradanlık, inceltilmiş küçük ayrıntılarla zenginleşiyor mu? Esendal’ın, sıradanlarını bir üst tramplene sıçratmamaktaki gönülsüzlüğü mevcut politikaların kültürel söylemler üzerindeki hâkimiyetinin bir uzantısı mı?
Esendal küçük insanı kendi yağında kavurmayı yeğliyor. Nitekim savunduğu toprak medeniyeti düşüncesi de neredeyse “Haydi gel, köyümüze geri dönelim” şeklinde özetlenebilecek teziyle bu kavuruşun ekonomik dayanağı. Cahit Külebi’nin, Esendal’ın Türkiye ütopyası ile ilgili söyledikleri bu tertibi çok güzel resmediyor: “Ankara’dan çıkıp ne kadar gitseniz sonu gelmeyecek bir şehir, daha doğrusu bir kasaba, ta sınıra kadar. Ardı arkası gelmeyecek küçük güzel evler. Bağlar, bahçeler. Ekilmiş tarlalar. Ve küçük mülklerinin mesut sahipleri: Saide gibi, Selime gibi vefalı, evcil kadınlar, çalışkan, sağlam yapılı erkekler, tosun gibi çocuklar.” (Cahit Külebi, “Memduh Şevket Esendal”, Türk Dili, c.1, s.10, Temmuz 1952, s. 5.)
Ulaştığı en yüksek teknoloji, bir avuç paslı çivi ve dört çıtadan mürekkep kilim tezgâhı, biraz daha gelişmişi ise karton inekten gece lambası olan iş-teknik derslerini aratmayacak derecede, bir ölçek Kemalist ideoloji, bir ölçek “İnsanlar ikna edilebilirlerse kitleler hâlinde mutlu sona varılabilir” tezli iyimserlik havası, arka planda da pastoral kır manzaralarından meydana gelen Esendal’ın tertibi okurunu çarpmaktan hayli uzak; hatta -yazara göre- alıcısına ulaşıp ulaşmadığı meçhul.
“Doğrusu ülkemiz okuyucularını düşündüğüm yok. Yazdıklarım ülkemizin bugünkü durumlarına uygun düşüyor mu? Onu da bildiğim yok.” (Türk Dili s. 274, s. 247, Temmuz 1974.)
Demir ağlarla örülen, bir bebek gibi üzerine titrenilen Cumhuriyetimizin serpildiği; devrimlerimizin bekası için elzem olan halk eğitiminin gözden gönülden düştüğü milenyum Türkiye’sinde Esendal hangi yolu seçerdi? Belki günümüzün “halk şairi” Ümit Yaşar gibi, bestseller listeleriyle taçlanır, belki de siyasetçi kaygıları saf, temiz, paşalarıyla barışık, karmaşayla bozuşuk hayatlar kurgulamaya devam etse bile, tornasından çıkanlar kahpe dünyanın çarklarında incelip serpilmeyi beklerdi; duygusal değil, tamamen yazınsal açıdan.
Paylaş
Tavsiye Et