ÇEYREK yüzyılı aşkın bir süredir başörtüsü yasaklarını tartışıyoruz. Üniversiteye gidenlerin yüzdesi açısından bakıldığında niceliksel olarak; siyasi, kültürel ve ekonomik başka pek çok problemin varlığı dikkate alındığında ise niteliksel olarak, meselenin gereğinden fazla gündemi işgal ettiği kanaati hâkim pek çok kişide. Yasağa taraftar olanlar da yasağın kalkmasını isteyenler de “türban gündemleri”nden bıkkınlık duyuyor ve bu takdimin başka gündemleri örten bir araç olduğu kanaati neredeyse genel bir kabul görüyor. Taraflar, konumlarına göre ya “temcit pilavı” ile ya da “kangrenin tedavi edilmeden deşilmesi” istiareleriyle tanımlıyorlar durumu.
Peki, neden yüksek gerilimli bir tartışma ortamı yaratıyor başörtüsü “sorun”u? Çünkü başörtüsünü tartışırken aslında sadece başörtüsünü değil, modernleşme sürecimize içkin ezeli sorunlarımızı da tartışıyoruz. Türk ulusal kimliğinin bütün problemli alanlarını, küreselleşmenin beraberinde getirdiği kültür/kimlik çatışmalarını, din-laiklik ilişkisini, demokratik vatandaşlığı, özgürlüğü, AB’ye girişi, sınıfsal çatışmaları, devlet kurumları arasındaki ilişkiyi, postmodern dönemin hayat tarzı farklılaşmalarını da bu vesileyle, örtü üzerinden tartışmış oluyoruz.
Aslında bu durum bize özgü de değil. Fransa’da da pek çok kritik konu, l’affaire du foulard (başörtüsü meselesi) üzerinden gündeme geliyor. Irkçılık, yabancı düşmanlığı gibi Avrupa’nın eski hastalıkları, hep bu zeminde kendisini gösteriyor. Laiklik, cumhuriyetçi eşitlikçilik ve demokratik vatandaşlık geleneğinin nasıl muhafaza edileceği de; Müslüman ülkelerden göç edenlerin Fransız topraklarında doğmuş üçüncü kuşak çocuklarının varlığı ile ortaya çıkan çok-kültürlülük baskısına nasıl mukavemet edileceği de, başörtüsü üzerinden tartışılıyor. Yani Fransız milli kimliğinin küreselleşme ve çok-kültürlülük çağında karşılaştığı hemen bütün çelişkiler, bu özel olayda görünür oluyor.
Pek çok önemli sorunu onların da bizim de başörtüsü üzerinden tartışıyor olmamız, tabii ki ortak bir zeminden bahsettiğimiz anlamına gelmiyor. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi Avrupa tarihine içkin problemlerin yanı sıra sömürge geçmişi ve göçmen sorunu, meselenin Avrupa zeminini bizimkinden farklılaştıran hususlar. Halkın tamamına yakınının Müslüman olmasına ve din savaşlarının yakıcı tecrübesini yaşamamış bir din-devlet ilişkisi geçmişine rağmen Fransız usulü bir laiklik uygulaması ise bizim tartışma zeminimizi onlarınkinden farklı kılan hususlardan.
Fakat yine de, her şeyin her şeyi etkilediği küresel bir dünyada yaşamamız nedeniyle, köken ve tarihî tecrübe açısından farklılık arz etmesine rağmen meseleyi ele alırken ortak bir terminoloji kullanmamız neredeyse kaçınılmaz: Laiklik, kamusal alanda dinî uygulamaların izharı, çok-kültürlülük, hayat tarzı, dinin özel hayata ait bir husus oluşu vb. Kısmen bu ortak terminolojiye müracaatımız kısmen de kendi toplumsal ve siyasal çelişkilerimiz, başörtüsü yasaklarını ve “başörtüsüne özgürlük”ü doğru bir zeminde değerlendirmemize engel teşkil ediyor. Bu sebeple, öncelikle “başörtüsünü tartışırken her şeyi tartıştığımız zemin, ne kadar isabetli?” sorusunun cevabını netleştirmemiz gerekiyor.
I-Dinin kamusal izharının laikliğin elden gitmesine yol açacağı endişesi, bu sorunun doğru bir zeminde ele alınmasını engelleyen algı ve reflekslerin başında geliyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, bizim din-devlet ilişkilerimiz Avrupa’dakinden çok farklı bir geçmişe sahip ve fakat biz Fransız usulü bir laiklik uygulamasını devam ettiriyoruz. Avrupa ülkelerinin farklı sekülerleşme tecrübeleri olmasına rağmen, ortak nokta din savaşlarıdır. Aslında modern sekülerizm/laiklik, 17. yüzyılda Avrupa din savaşlarını sona erdirmek üzere siyasi bir çözüm olarak ortaya çıkmıştı. Öncelikle Hıristiyan mezheplerinin çatışan doktrinleri arasında asgari bir müşterek bulmaya çalışıyor; ikinci olarak da siyasi etiği tamamen dinî doktrinlerden bağımsız bir şekilde tanımlıyordu bu çözüm önerisi, yani din ve devlet ayrılığını. Böylece devlet farklı dinî inanışlara tarafsız davranacak ve din bireysel bir mesele haline gelecek, dinî hoşgörü de böylece sağlanmış olacaktı.
Ama ne yazık ki, laikliğin teklif ettiği çözüm, aksi iddia edilse de, farklılık ve çoğulculuğa tolerans değil, belli bazı dinî öznellikleri liberal siyasi yönetimle uyumlu olacak tarzda yeniden şekillendirmek olarak tezahür etti. Yani bu doktrinin teklif ettiği çözüm, din ve devletin ayrılığından ziyade, seküler bir kültürün üstünlüğünü iddia ve otoriterliğini ilan etme anlamına gelmekte. Bu açıdan bakıldığında seküler kamusal alanın dinlere eşit mesafe, nötr olma gibi iddialarının eleştiriye açık olduğu görülür. Yani laiklik ya da sekülerizm, gerek teorik gerekse pratik açıdan tartışılamaz değildir. Her ülkenin kendine özgü koşulları çerçevesinde yeniden yorumlanmaya açık siyasi projelerdir.
II-Dinin gösterişçi bir şekilde yaşanarak baskı unsuru oluşturduğu iddiası da Avrupa toplumlarında dinin kamusal izharını sorunsallaştıran sebepler arasında yer alıyor. Fransa’da ilk ve orta öğretim kurumlarında dinî simgelerin yasaklanmasının gerekçelerinden biri bu. Son yıllarda Türkiye’de de benzer endişeler dile getirilmeye başlandı. Mesela Hasan Bülent Kahraman’ın başörtüsünün üniversitelerde serbest kalmasına bir itirazı yok. Fakat hizmet veren konumunda bir başörtülünün yer almasına, proselitizme (zorla din değiştirme) yol açabileceği endişesiyle karşı çıkıyor (Sabah, 21.01.2008). Bu değerlendirmede proselitizm kavramı kullanılırken Hıristiyanlığın ruhları kurtarma ideali ile Müslümanlığın “dinde zorlama yoktur” anlayışı arasında ciddi bir farklılık olduğu unutuluyor. Karşısındakinin ruhunu kurtarmak için her ne pahasına olursa olsun Hıristiyanlaştırma çabası olan misyonerlik ile Hakk’ın çağrısının herkese duyurulması anlamına gelen tebliğ arasındaki fark da dikkate alınmıyor. Böyle olunca da Hıristiyan bir geçmişe sahip Avrupa’daki korkular, doğrudan Müslüman topluma transfer ediliyor.
Fakat bugün 11 Eylül sonrası atmosferin, fundamentalist ve baskıcı bir İslam yorumunu da tedavüle soktuğunu göz ardı edemeyiz. Tüm dünyada stratejik olarak beslenen İslam fobisinin Türkiye’de de etkileri görülüyor ve başörtüsü “yıkıcı öteki”nin sembolü olarak kodlanıyor. Başörtüsünün nevzuhur bir simgeselliğe hapsedilmesi ve “gönüllü stigma taşıyıcı” siyasi kimlik vurgusu üzerinden analiz edilmesi de doğrudan bu konjonktürle ilgili. Halbuki bu konjonktürel sapmaları temel alarak -ki bunlar büyük oranda “medeniyetler savaşı” projesinin beslediği stratejilerdir- toplumsal genetiğimizi tamamen göz ardı eden bir tavrı benimsemek, kendi bindiğimiz dalı kesmek anlamına gelir.
III-Başörtüsünün kamusal alanda yer alışının, modern hayat tarzının devamlılığı açısından bir tehdit oluşturacağı iddiasının arka planında ise modernleşmeyi Batılı hayat tarzının kabulü şeklinde tecrübe edişimizin etkisi var. Üst sınıfların Batılı hayat tarzını benimsemesi ve laikliğin de bu hayat tarzının biricikliği üzerinden tanımlanması nedeniyle başörtüsü, hep modernliğin dışında, geçmişte bırakılması gereken, eğitim ve kentleşme ile bertaraf edilecek bir unsur olarak kabul edilegeldi. AKP iktidarının başörtüsünün görünürlüğüne yaptığı katkı nedeniyle de yaşam tarzı tehdidi algısı beslendi.
Bu algıya göre, başörtüsü gibi bir sembolle dindarlığını görünür kılan kimse, ilk olarak dindarlığa bir standart getirerek karşısındakinin Müslümanlığı yaşama biçimini sorgulamış oluyordu. İkinci olarak da “mahalle baskısı”, “iktidar baskısı” gibi araçlar kullanılarak bu hayat tarzını zorla benimsetme ihtimali söz konusuydu. Halbuki böyle bir noktadan bakılırsa tam tersi de doğrudur. Liberal-seküler bir birey de kendi yaşam tarzını görünür kılar. Özellikle Türkiye’deki gardırop modernleşmesi denilen Batılı giyim kuşamın modernleşme sürecimizdeki önemi ve laikliğin Batılı yaşam tarzının ayrıcalıklı oluşuna dayandırıldığı dikkate alınırsa, modern görünümün, başı açıklığın standart, başörtülülüğün ise sapma oluşunun “baskıcılığı” da ortaya çıkmış olur.
Kısaca ifade edilecek olursa, liberal-seküler öznenin norm olduğu kabulü tartışmaya açılmadıkça ve çok-kültürlülüğün konu edildiği ortamlarda bile, kültürel farkın çizilişinde belli bir merkezin (Batılı tecrübenin) esas alındığı dikkate alınmadıkça, başörtüsünün doğru bir zeminde tartışılması sağlanamaz.
IV-Bir diğer önemli husus ise dinî ibadetlerin salt simgesellik üzerinden yorumlanmasıdır. Özellikle 80’li yıllardan itibaren başörtüsü, kimlik üzerinden ve siyasi hareketlerle bağlantılı olarak analiz edildi. Hem akademi hem de siyasal strateji üreten merkezler, İslam’la ilgili bedensel pratikleri, özellikle örtüyü daha ziyade belirli sosyal hareketlerin ve siyasi hedeflerin sembolü olarak yorumlama eğiliminde olageldiler. Başörtüsü olsa olsa tüm dünyada yükselen İslam’ı, Arap milliyetçiliğini, fanatik İslami hareketleri ve Avrupa kimliğine entegre olmayan Müslüman kültürleri sembolize eden bir araç olabilirdi. Bu pratiği uygulayanlar, dinî gerekçeler öne sürseler de medya, siyaset ve akademiye bu analiz hâkim oldu .
Mesela Nilüfer Göle, Müslümanlıktan İslamcılığa geçiş olarak tanımlıyordu bu durumu. Ona göre başını örten kadınlar daha önceleri Batı tarafından ezilmişliğin, geriliğin sembolü olan başörtüsünü yeniden ve inadına benimsiyorlar; bir nevi ırkçılık karşıtı hareketin “siyah güzeldir” vurgusu gibi “başörtüsü özgürleştiricidir” söylemini dillendiriyorlar ve kötü bir “damga” (stigma)yı bir prestij aracına dönüştürüyorlardı. Batılı öznenin tahakkümü dikkate alındığında sömürgecilik karşıtı hareketten de beslenen böyle bir tavrın hiç var olmadığı söylenemez. Ama başını örtmeyi sadece bir kimlik göstergesi, siyasal bir tavır olarak yorumlamak dinî ibadetlerle ilgili çok önemli bir boyutu göz ardı etmek anlamına gelir.
Burada öncelikle dikkat edilmesi gereken husus, dinî davranışların, ibadetlerin dışa doğru bir iddia değil, içe doğru bir ikna ve eğitim sürecinin göstergesi olmasıdır. Dinin emrettiği, tavsiye ettiği davranışları yerine getirerek belli bir terbiyeyi hedefler dindar insan, çevresine mesaj vermeyi değil. Başını örtmenin de bu manada kişiyi terbiye edici bir işlevi vardır. Bu açıdan bakıldığında örtünmeyi sadece dinî ya da siyasal bir sembole indirgemek, aynı hatalı değerlendirmeye yöneltir kişiyi.
Girişteki tespiti tekrarlayacak olursak, Türkiye’de başörtüsünün tartışıldığı vasatın, gündelik siyasi kavga dilinin ve akademik körlüklerin ötesine geçmesi sağlanabilirse, çağdaş pek çok problemimizi de daha vazıh ve elverişli bir satıhta tartışabiliriz.
Paylaş
Tavsiye Et