İran Basını İtimad-ı Milli
Çeviri: Hakkı Uygur
22 Kasım 2007 Başyazı
ABD Başkanı George Bush ve Beyaz Saray’daki Cumhuriyetçi adamları, iktidarda bulundukları süre boyunca Amerikan halkının yaşadığı acı olayları hatırlardan silebilmek için son ümitlerini Annapolis Sonbahar Konferansı’na bağlamış durumdalar. Zira bu grup Amerika’nın yönetimindeyken 11 Eylül olayları gerçekleşmiş, Afganistan ve Irak’a hâlâ devam etmekte olan savaşlar açılmış, Usame Bin Ladin yakalanamamış ve Amerikan halkına acı veren daha birçok başarısızlık ve yenilgi yaşanmıştı.
ABD Başkanı, bizzat ev sahipliği yapacağı Annapolis Konferansı’nda bütün katılımcıların üzerinde anlaşabilecekleri ve memnuniyetlerini kazanacak ortak bir noktada buluşmaları için elinden geleni ardına koymayacaktır. Bu konferans, Ortadoğu’daki gelişmeleri etkileme yönünden olduğu kadar ABD içindeki siyasi ilişkilere tesiri açısından da oldukça önemli.
Başkan Bush ve ekibi, Beyaz Saray’ı ele geçirebilmek için ilk seçim döneminde Demokratları ABD’nin güvenliğinin kaderini sınır ötesi gelişmelere, özellikle de Ortadoğu’daki olaylara bağlamakla suçlamışlardı. Oysa şimdi kendileri, ardı arkası kesilmeyen başarısızlıklarını örtmek için büyük bir zafere ve başarıya ihtiyaç duyuyorlar ve böyle büyük bir başarının ancak Ortadoğu bölgesinden elde edilebileceğini düşünüyorlar.
Beyaz Saray bugünlerde ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’da bir istikrar ve huzur ortamı sağlamaya çalışıyor. Bu istikrar, Filistinlilerin haklarını zayi etme ve Batı ile olan birlikteliklerini halklarına olan bağlılıktan daima daha önemli gören bazı Filistin Özerk Yönetimi liderlerini sessizliğe mahkum etme pahasına olsa bile… Son günlerde Amerikalı ve Avrupalı siyasetçilerin dilinden defalarca “Ortadoğu meselesinin muhakkak surette Bush’un başkanlığının geri kalan son günleri içinde çözümlenmesi gerektiği” tezini duyuyor olmamız, böylesi bir ortamda şüphesiz ilginç.
Bugün Arap liderlerini İsrail ile birlikteliğe iten ve Annapolis’e katılmalarına sebep olan şey, Filistinlilerin haklarını savunma düşüncesi değil, halklarının öfke ve tepkisini fazla çekmeden Siyonistlere yaklaşma arzusudur. Annapolis Zirvesi, Arap liderlerine, elde edilmeyen bir anlaşma ve Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas tarafından İsrail’e verilen tavizler için törenler yapma ve sevinç gösterileri düzenleme fırsatı verecektir.
Onlar Filistin halkının gerçek temsilcilerinin yokluğunda hakikatleri ters yüz etmek suretiyle İbrani rejim karşısındaki gerilemeyi ve yenilgiyi zafer olarak adlandıracak, bu rezil oyunun içinde İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve dostlarıyla birlik ve beraberliklerini sağlamaya çalışacaklardır. Tel Aviv ile olan gizli ilişkileri bu şekilde açık ilişkilere ve kanallara dönüştürme fırsatını da elde edeceklerdir.
Arap liderlerinin son dönemde Şarm eş-Şeyh’te düzenledikleri zirveyi ve aralarında uyum ve söz birliği oluşturma çabalarını da bu paralelde değerlendirmek doğru olacaktır. Arapların o dönemde İsrail karşısındaki birlikteliklerini ilk defa bozan Mısır’da düzenlenen bu konferans da, muhakkak ki Filistin milletini savunmak ve vatanlarından uzak, aç ve açıktaki mültecilerin haklarını korumak için gerçekleştirilmemişti. Aksine Şarm eş-Şeyh’e katılan liderlerin elleri, bu sefer de Annapolis’te utanmazca Olmert’in ellerini sıkmak için kalkacaktır. Eğer Arap ülkelerinin arasında bir anlaşmazlık varsa, o da kimin herkesten daha çabuk ve daha fazla Olmert’in ve Bush’un kucağına atılacağı ve kameralar önünde kendisini barış ve anlaşmanın kahramanı olarak tanıtacağıdır. Şarm eş-Şeyh de bu hayasızca rüyaları yeşertmek ve güçlendirmek için hazırlanan bir ortamdır.
Tavsiye Et
İngiliz Basını The Guardian
Çeviri: Burcu Anatay
21 Kasım 2007 Simon Jenkins
Bunun olacağını önceden görebiliyorduk. Şimdiye kadar sonuçsuz kalan Kosova’nın bağımsızlık müzakerelerinin ikinci turunun 10 Aralık’ta sona erecek olması, Batı’nın 1990’lardaki “Balkanlar’ın Balkanlaştırılması” sürecinin bitmemiş son bölümünü de krize sürüklüyor. Avrupalı bakanlar Kasım ayının sonlarında Brüksel’de, yeni seçilen Kosova hükümetinin tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etme kararı almasının önüne geçmek için son bir gayret gösteriyorlar. Ancak Sırbistan’ın da hiçbir surette Kosova’nın bağımsızlığını kabul etmeyeceğini belirtmesinden itibaren, karşı konulamaz güç, yerinden kımıldamayan bir nesneyle karşı karşıya gelmiş durumda.
Şüphesiz bu gelişme üçüncü sınıf diktatörlerin çatışması değil, demokratik bir sonuçtur. Kosova’nın bağımsızlığı, Kosovalı seçmenlerin açık bir dileğiyken; Sırpların hiç de istemediği bir durum. Zira Sırplar Kosova’yı uzun zamandır duygusal ve tarihsel bütünlüklerinin parçası olarak kabul ediyorlar. Alametler çatışmanın yeniden başlayacağı kehanetinde bulunuyor. Bu noktada genellikle İngiliz politikacıların ve medyanın içgüdüsü, mutlaka bir şeylerin yapılması gerektiğini dile getirmekten ibarettir. Bunun ardından da genellikle hiçbir şey yapılmaz, derken karmaşık bir şeyler yapılır ve nihayetinde de işler bu kadar karmaşık hale gelmeden önce bir şeylerin yapılmış olması gerektiği söylenir. 1990’larda Hırvatistan, Bosna ve Kosova’da başarıyla uygulanan yöntem budur.
Sadece Tito’nun büyük Yugoslavya’sının dağılmasıyla değil, Bosna’nın, Karadağ’ın ve Kosova’nın ana bölgelerinin elden gitmesiyle de yüz yüze kalan Sırplar, Slobodan Miloseviç’in yönetimi altında buraları güç kullanarak elde tutmaya çalıştılar. Kosovalılara öylesine gaddarca davrandılar ki, sonunda dış dünya buraya müdahale etmeye yöneldi. 1999’da ABD de dâhil olmak üzere birçok ülke seslerini yükseltip üç ay boyunca Sırbistan’ı bombaladılar ki bu da muhtemelen Kosova’daki kırımları daha da arttırdı. Dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair yalnızca bir kara harekatının yaşanan mezalimi engelleyebileceğini söylerken sonuna kadar haklıydı.
Kosova sekiz yıl boyunca 17.000 NATO askerinin koruması altında yaşadığı de facto (fiilî) otonomiden fazlasıyla hoşnut kaldı. Zira bu durum Kosova yönetiminin, bir zamanlar başkent Piriştine’de yaşayan yaklaşık 40.000 kişi de dâhil olmak üzere kendi Sırplarının yarısının, bulunduğu bölgeden çıkarılmasına imkan sağladı. Bugün Kosova’da kalan Sırpların sayısı 200.000 kadardır ki bu da nüfusun sadece %10’unu teşkil etmektedir. Her ne kadar eski gerilla lideri, yeni Başbakan Haşim Taci, “Kosova’nın bağımsızlığa hazır olduğu”nu ilan etse de buna niyet edemez. Çünkü Kosova, BM tarafından yönetilen bir NATO protektorası (himayesi altındaki devlet) konumundadır ve kişi başına Asya ya da Afrika’daki herhangi bir devletten daha fazla yardım almaktadır. Taci’nin istediği de aslında bağımsızlık değil, Bosna ve Sierra Leone devletleriyle Bağdat ve Kabil gibi güç durumdaki yönetimlerin o pek hoşnut oldukları bolluk içindeki müdahale sonrası bağımlılığıdır.
Kosova’nın bağımsızlığı açıkça mevcut reel politiğe bağlıdır; ancak Balkanlar’da bir meselenin sonu çok nadiren reel politik olur. Rusya, Kosova’nın bağımsızlığının BM tarafından kabul edilmesini veto edeceğini söylemektedir ki bu durum müddetince Kosova meşru olmayan bir devlet olacaktır. Rusya’nın bu yaklaşımının sebebi de tamamen Slav dayanışmasından ibaret değildir. Moskova anlaşılabilir bir şeklide, ayaklanma ya da soykırım çığlıklarının olduğu herhangi bir yerdeki, en azından kendisinin bombalama mesafesinde olan Kafkaslar’daki ayrılıkçı hareketlere yardıma gelen Batılı askerlerden rahatsızlık duymaktadır. Ve Rusya’nın bu görüşü başta İspanya olmak üzere ayrılıkçılık problemi yaşayan devletler tarafından desteklenmektedir. Balkanlar’ın bölünmesine pek hevesli olan İngiltere, bağımsızlık istedikleri zaman Afganistan’daki Peştunlara ya da Irak’taki Kürtlere ne diyecektir?
Bağımsızlık gerçekleştiğinde en iyi durumda eski haline dönen düşmanlıklar daha vahşi bir etnik temizliğe ve Kosova’nın bölünmesine yol açacaktır. En kötü durumda ise iş, Kosovalı düzensiz güçlerin savunmasının içine çekilmiş Batılı birlikler ile Sırbistan’ın egemenliğini savunan Rusya arasında uzun dönemli bir sınır savaşına kadar varacaktır. İngiltere’nin o görkemli “tamamlanmış görevi”nin en kötü sonucunu hayal dahi etmek zordur.
Kosova bir Batı protektorasıdır. Ve bu de facto otonominin de jure (hukukî) bağımsızlığa dönüşmesi için de zorlayıcı bir neden yoktur. Kullanabileceği kadar bir otonomiye zaten sahip olan Piriştine’ye, içine girdiği anlamsız yüzleşmenin tonunu düşürmesi ve Sırbistan’a da bir parça gurur bırakması, aksi halde aslında hiç de istemediği sahici bir bağımsızlıkla karşı karşıya kalacağı ifade edilmelidir. Yeniden başlayacak bir savaşta Kosova asla kazanan olmayacaktır.
Tavsiye Et