Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2008) > Yüzleşiyorum > Reisin cumhuru ve sivil din
Yüzleşiyorum
Reisin cumhuru ve sivil din
Mustafa Özel
CUMHURBAŞKANI, eski deyişle Reis-i Cumhur, Müslüman Türk toplumunun siyasî duruşunu yansıtan özgün bir unvan. Ahmet Davutoğlu yıllar önce yazdığı bir makalede bu unvanı ‘Devlet Başkanı’ ile karşılaştırarak son derece öğretici sonuçlar çıkarmıştı. Devlet başkanı, toplumu değil, kendini başa getiren siyasî eliti temsil eder. Cumhurbaşkanı ise toplumun talep ve duygularını yansıtır. Turgut Özal, ilk cumhurbaşkanımız. Çelişki ve dönüşümleri bile halkın çelişki ve dönüşümlerini yansıtıyor. Demirel, iki cami arasında bînamaz. Ne topluma yâr, ne seçkinlere. A. Necdet Sezer, memur devlet başkanı. Reisten ziyade, mümessil. Olanca gücüyle cumhuru “çevrelemeye” çabalayan bir elitin ve elit zihniyetinin temsilcisi.
Bu zihniyetin (ve ona yönelik eleştirilerin) anlaşılmasında, birbirleriyle ilintili iki anahtar kavram: Sivil toplum ve sivil din. Sivil toplum, orta çağlar için bir gerçeklik; modern zamanlar içinse bir kurgu veya ümit. Ortaçağ Avrupa toplumu (ve Asyalı çağdaşları) cemaatler halinde yaşardı. Lonca bir cemaatti, köy bir cemaatti, mahalle bir cemaatti. Kapitalizm bu toplulukları parçalayarak ortaya bireyi çıkardı. Siyasi düzlemde vatandaş payesini aldı birey. Reklamlardaki özgür kız gibi dere tepe dolaşan bireylerin bir araya gelerek güya Sistem’e karşı oluşturdukları farazî cepheye Sivil Toplum denildi. Oysa kapitalizm gerçekten sivil karakterli toplumların canına okumuş, onları Karagöz sahnesindeki gibi tek tek manipüle edilebilir bireylere bölmüştü.
Cemaatler, kitaplı topluluklardı. Sivil toplum için de yeni kitaplar yazılmalıydı. Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi’nin 4’üncü kitabının 8’inci bölümüne “Sivil Din” başlığını koymuştu. Birkaç fırça darbesiyle insanlık tarihinin siyasi yönlerini aydınlatan (!) Cenevreli filozof, yöneten-yönetilen ilişkisinin din ile olan bağına dikkat çekiyor; Hırıstiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet’in bu bakımdan nasıl değerlendirilebileceğini tartışıyordu: “Her siyasi toplumun başına bir tanrı getirilmiş olması, ortaya millet sayısı kadar tanrı çıkmasına sebep olmuştur.” Romalılar hakkındaki tesbitleri ilginçti: “Romalılar, müstahkem bir yeri fethetmeden önce, o yerin tanrılarını oradan ayrılmaya davet ederlerdi. Yendikleri milletlere nasıl kanunlarını bırakıyorlarsa, tanrılarını da öyle bırakırlardı.”
Bölümün sonunda dinî iman ile medenî (sivil) iman arasında ayırım yapan Rousseau’ya göre, sivil dinin hükümlerini belirleme hakkı devlete aittir. “Hakim varlık kimseyi bunlara inanmaya zorlayamamakla beraber, bunlara inanmayanları devlet sınırları dışına kovabilir.” Filozofa göre, bu hükümler bir kere kabul edildikten sonra artık reddedilemezler. Yani, sivil dinde irtidad yoktur; mürtedin cezası idamdır: “Eğer bir kimse, bu hükümleri herkesin önünde kabul ettikten sonra, kalkar da bunları hiçe sayarsa, ölüm cezasına çarptırılmalıdır.” (Toplum Anlaşması, İstanbul: MEB, 1992, s. 188-206.)
Türkiye’de gerek Liberal-İslamcı Özal, gerek Muhafazakâr-İslamcı Erdoğan zamanında yaşananlar, Rousseau’nun (Machiavelli ve Hobbes’tan mülhem) fikirleri hesaba katılmadan anlaşılamaz. Modernlik, baştan ayağa toplum mühendisliğidir; toplumu dönüştürme projesidir. Bireyler, kapitalizm için muti vatandaşlar haline gelmedikçe, baskılar sona ermeyecektir. Batı dünyasında siyasi ortamın görece özgür gözükmesi, Hıristiyanların kavgadan çekilmesi yüzündendir. Hatıra ve hafızalarını yitirdiler. Modernlik çoğulculuk değil, devlet dininin yitik hafızalı vatandaşlara harfiyen kabul ettirilmesidir.
 
Hafızasız Mutsuzlar Milleti
Tolstoy’un aileler için söylediğini, milletler için de söyleyemez miyiz? “Bütün mutlu milletler birbirine benzer; her mutsuz milletin mutsuzluğu kendine göredir!” Geçmişte, söyleyebilirdik. Şimdi, hayır. Şimdi bütün milletlerin mutsuzluğu birbirine benziyor. Modernlik (veya kapitalizm), bütün duyguları homojenleştirdi. Çoğu insanların bu büyük felaketi fark etmesi mümkün değil; çünkü modernliğin büyük başarısı muhataplarını hafızasız bırakmasıdır. Milan Kundera şöyle demişti: “İnsanoğlunun iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya direnmesidir.” Bu direnme çağımızda son derece zor bir etkinlik. Çünkü, modern anlamda “millet”in (nation/ulus) kendisi hafıza kaybının eseri.
Başımıza gelenleri, küresel sistemin işleyişinden bağımsız düşünmeye alıştırılıyoruz. Sabah akşam televizyonlarda şuna benzer konuşma veya demeçler dinliyoruz: “Ülkemizde demokratik mekanizmalar hakkıyla işletilmiyor. Oysa ‘gelişmiş’ Batılı ülkelerde durum böyle değil. Mesela Amerika’da Hıristiyanlar diledikleri kıyafetle dolaşabiliyor, okula veya kamu kuruluşlarına serbestçe girip çıkabiliyorlar.” Yani? Orada demokrasi olduğu, bizde olmadığı için milletçe ‘mutsuz’ oluyoruz!
Tersini ileri sürüp, ‘biz kendi ülkemizde dilediğimiz kıyafeti giyemediğimiz için Amerikan halkı (görece) serbest hareket edebiliyor’ desem, ciddiye alınır mıyım? Sanmam. Arada hiçbir ilişki yok gözüküyor. Üstelik, ne zaman daha baskıcı rejim arayışları söz konusu olsa, Amerikan yöneticileri bizim yöneticilerimizi uyarıp, “demokrasiden ayrılmayın, yoksa ‘uluslararası topluluk’ size yaptırım uygular!” demiyor mu?
Görüş ufkumuzu daraltan, küresel sistemde iktidarın merkezî bir bloktan oluştuğunu fark etmememizdir. ‘Uluslararası Topluluk’ denen şey, merkezî blokun plan ve uygulama dairesinden başka nedir? Bu blok kendi içinde parçalara ayrılsa da, sistemin mantığı icabı, çizginin ötesindekilere karşı ‘bölünmez bir bütün’dür. Bütünlüğünün teminatı ise, ötekilerin hafıza kaybıdır.
Çağımızın en büyük felaketi kabul edilen iki atom bombasını ele alalım. Özellikle ikincisini! Bomba, savaşın asıl müsebbibi ve ayrıca demokrasinin can düşmanı Hitler rejiminin hüküm sürdüğü ülkeye atılmadı. Çünkü Almanya çizginin berisine düşüyordu. Japonya, ötekiydi. “Demokrat” Amerikan halkı, olaya tepki göstermek şöyle dursun, oh olsun! diyecek kıvama getirilmişti. Elbette belirli bir seviyenin üzerindeki hassas (yani hafızası nispeten yerinde) insanlar büsbütün yok değildi. Ama onların ne sesi çıkabiliyor, ne de çıksa duyan oluyordu. Amerikan demokrasisi işte böyle bir şeydi.
Noam Chomsky, radyodan haberi dinlediğinde bir yaz kampında müşavirdi. İzlenimleri şöyle: “Tam anlamıyla şok olmuştum. Başımı alıp birkaç saat ormana gittim ve olan biteni düşündüm. Geri döndüğümde kimseyle konuşmadım; çünkü hiç kimsenin umurunda değildi. Bir tür kişisel tepkiydi benimki. Fakat şunu söylemeliyim ki Nagazaki beni daha fena etkiledi. Nagazaki üzerinde fazla araştırma yapılmadı, ama bana öyle geliyor ki bu bomba esasta bir denemeydi. Emin değilim, ama öyle sanıyorum ki, farklı bir mekanizmanın çalışıp çalışmayacağını öğrenmek istediler ve bu maksatla bir şehri mahvettiler. Eğer bu söylediğimin yüzde beşi doğruysa, muhtemelen tarihteki en kaba hadisedir. Tarihin en kaba bilimsel deneyi.”  
Başörtüsüyle okullara, devlet dairelerine girmek isteyenlere; farklı ortaklık biçimleri kurmaya çalışanlara; dinî-tarihî hassasiyetle eğitim veren okullara karşı sürdürülen mücadele de yeni bir deney değil. İttihat ve Terakki’yle beraber ve o zamandan beri, farklı bir mekanizmanın çalışıp çalışmayacağını öğrenmek istiyorlar. Ve bu maksatla bir milleti mahvetmeyi. Demokrasiyi bir siyasi rejim olarak elbette tartışabiliriz. Fakat bilelim ki, mutsuzluğumuzun kaynağı “demokrasi” yokluğu değil, hafıza kaybıdır.
 
Hayat İkiye Bölününce
Hafızasızlık, organik bir milleti çökertti; onun yerini zihnen bağımlı bir ulus aldı. Hafızasızlığa başından beri direnenler eksik olmadı pek tabiî; fakat direnme de maliyetsiz değildi ve toplum hayatını ikiye böldü. Münevver tabaka, eski ile yeni (“Doğu” ile “Batı”) arasında nasıl bir tercih yapılabileceğini bir türlü kestiremedi. Eskinin üstüne sünger çekmek imkansız, yeniyi bütünüyle benimsemek tehlikeli, ikisini bir arada götürmek maliyetliydi. İşte Tanpınar’ın gözüyle Tanzimatçıların tercihi:   
“Garpçılık, 1839’da devlet müesseselerimizi ve bazı hayat şekillerimizi değiştirmekle kalmadı, bizi adeta kulağımızdan tutarak şeyhülislam duası ve ecnebi sefir alkışıyla Avrupa mektebine çıraklığa verdi. Yıkılmış medrese, darmadağın olmuş iktisadî hayat, kapılarını açmış gümrük ve muhafazası güçleşmiş hudutlar, daha derin düşünmeye vakit bırakmıyordu. İki şey yapılabilirdi: Ya eski tamamiyle yıkılarak yerine yenisi kurulurdu, yahut da olduğu gibi, kendi kendine tükenmesi için bırakılan eskinin yanı başında yeninin devri başlardı. Biraz imkansızlık ve biraz da herhangi bir tepki korkusu, Tanzimat’ı yapanlara ikincisini tercih ettirdi ve birden bire memleketin hayatı bir müstemleke şehrinin garip manzarasını aldı. Hayatımız ikiye bölündü.”
İkiye bölünen hayat en büyük yarayı aydınların zihinlerinde açtı. Kendilerini ‘başkası’ gibi olmaya şartlandıran aydınlar, ülke insanını da o yönde ‘eğitme’ misyonunu üstlendiler. Halk ile çatışmayı bile göze almış birer kahraman olarak gördüler kendilerini. Bu tuhaf konumlanmayı dengelemek üzere soyut bir halkçılık duygusu geliştirme mecburiyetinde kaldılar. Tıpkı 19’uncu yüzyılın Batıcı Rus aydınları gibi. Dostoyevski, bu halksız halkçıları ne güzel resmediyordu:
“Bunlar hiçbir zaman sevmemişlerdir halkı, onun için acı çekmediler, bir şeylerini de vermediler ona. Bir eğlence olarak yapıyorlardı bunu! Ne Rusya’yı ne de halkı sevdiler! Kişioğlu bilmediği bir şeyi sevemez, onların da Rus halkından haberleri yoktu. Onların tümü, siz de beraber olmak üzere, Rus halkına göz ucuyla bakıyordunuz. Halkımıza göz ucuyla bakmanızdan başka, aşırı bir hafifseme, iğrenme ile ilgileniyordunuz onunla. Bunun tek nedeni, halk deyince aklınıza yalnızca Fransız halkının, hem de ancak Paris’te yaşayanının gelmesi, Rus halkının öyle olmamasından sıkılmanızdı. Gerçektir bu! Halkı olmayanın Tanrısı da yoktur oysa! Şuna kesinlikle inanın ki, halkını anlayamayan, onunla bağlarını koparan insan bunu yaptığı ölçüde yurduna inancını yitirir, ya dinsiz olur ya da duygusuz bir odun! İşte bunun için siz de, biz de ya can sıkıcı birer dinsiz, ya da duygusuz birer odundan başka birşey değiliz şimdi.”
“Ezan Türkçe okunmalıdır”, “ibadet dili Türkçe olmalıdır”, “kadınlar da cenaze namazı kılmalıdır” tartışmalarını hatırlayın. Kulağı minarede olmayan, eline kutsal kitabı alma niyetini bugüne kadar hiç taşımayan, halkla beraber bir tek vakit namazı kılmamış olanlar, halkın dinine niçin bu denli karışmak isterler? Kendi hayat ve zihinleri bölünmüş olduğundan! Halkın sıhhatini açıkça kıskanıyorlar. Zaten bunca baskıya rağmen halkı ayakta tutan da bu sıhhat, bu zihnî bütünlük değil midir?
Memleketin halini “bir müstemleke şehrinin garip manzarasından” kurtarmak istiyorsak, halktaki bu sıhhate imrenmeli ve kendi kafa karışıklığımızı nasıl şifaya kavuşturabileceğimizin yollarını aramalıyız.
Sahne Anadolu’dur!
Türk aydını; bu sıfatı hak edecek bir “cins-i beşer” gerçekten varsa, sahnenin dışındadır hâlâ. Avrupa aydını ülkesinde siyasî bilincin mimarıyken, Türk meslektaşı paketlenmiş siyasî programların doğru dürüst adaptasyonunu bile yapamıyor. Zihnî yoksulluk ahlâkî zaafı besler, ahlakî zaaf zihnî yoksulluğu. Tanpınar bu gerçeğin acısını derinden hissetmiş aydınlarımızdandı:
“Bu kadar yıkıntıdan sonra bu memlekete nasıl çalışma cesareti vereceğiz ve hakikaten gidilmesi lâzım gelen yolu nasıl göstereceğiz? Kendimi kaybetmiş gibiyim! Avrupa’ya giderken kendime mahsus iyi kötü bir dünyam vardı. Onun içinde yaşıyordum. Avrupa’da çok başka türlü bir âlemle ve bilhassa fikir denen şeyle karşılaştım. İyi hocalar ve hakikaten büyük insanlar tanıdım. Bizim şüphe dahi etmediğimiz bir yığın meselelerle karşılaştım. Bunlar beni çarçabuk sardılar. O zaman hülya ile yaşadım. Yani memleketimizi uzaktan bu fikirlere ve bu meselelere göre düşünmeğe başladım. Dönünce büsbütün şaşırdım. O zaman öğrendiklerimin bir işe yaramayacağını anladım. Şimdi sağa sola başvurup duruyorum.”
Her medeniyet kendi dilini konuşur ve öncelikle kendisi için konuşur. Diyar-ı gurbetteki yolculuklarımız bizi olgunlaştırır, şuurumuzu biler; fakat yürünecek yolu göstermez. Ayak bastığı toprağı tanımayanlar, gurbette öğrendiklerinin neye yarayacağını bilemezler. Bir Avrupalı için Atina-Kudüs ne ise, bir Türk için Mekke-İstanbul odur. “Batı insanının tarih tecrübesinin en geniş ve en derin nitelikleri bu iki şehrin isimleriyle tebarüz eder,” diyor Leo Strauss. “Batı insanı Kitab-ı Mukaddes inancı ile Yunan düşüncesinin bir araya gelmesiyle bugünkü kişiliğini kazandı. Kendimizi anlamak ve geleceğimizi aydınlatmak için, Kudüs ile Atina’yı anlamak zorundayız.” Tanpınar’ın huzursuzluğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Sahabiler şehrinin sokaklarında, Mekke şuurundan uzak yaşandığını hissediyor. Aydın, hurcuna doldurduğu ithal kelimelerle anlamlı bir dünya kuramıyor:
“İnsanın kendi hayatına istikamet verecek bir fikri bulması ne kadar güç... Ayakkabı değil ki, hazırını alayım. Şimdiye kadar hep kelimelerle ve bir de hadiselerle yaşadık. Kelimeler bizi sarhoş etti; hadiseler kafamıza vurarak uyandırdı. İnsanı, tarihi ve hayatın ihtiyaçlarını göremedik. Bize bir manivela lazım. Bu nedir? İşte düşüncem. Bazen kendimizi kâfi derecede sevmediğimizi sanıyorum. Hele insanı, düşüncemin etrafında toplanacağı insanı bir türlü bulamıyorum. Kimin için yaşayacağım, kimin için çalışacağım? Bu nasıl bir mahluktur? Dünyası nedir? Ne düşünür? Nasıl yaşar? Ne yapar? Hadiseler bu süratle giderse bu insanı hiçbir zaman bulamayacağım gibi geliyor bana.”
Tanpınar aramızdan ayrılalı 40 yıldan fazla zaman olmuş. Sorduğu soruları bugün sormakta olan bir Türk aydını yok. Herkesin kulağı Ankara’ya, kesesi İstanbul’a dönük. Oysa, tıpkı millî mücadele yıllarında olduğu gibi, “Asıl mücadele öbür tarafta, Anadolu’da oluyor. Biz burada sadece herhangi bir ihtimale karşı müdafaa vaziyetindeyiz.” Anadolu ayakta. Tıpkı 14’üncü yüzyılda olduğu gibi, tıpkı 20’nci yüzyıl başlarında olduğu gibi. İlkinde ilerliyor, ikincisinde savunuyordu. Şimdi hem ilerliyor, hem savunuyor. Aydını yok bu mücadelenin; kurmayları yok. Tanpınar yaşıyor olsa, şunları söylerdi: “Burada bulunmama bakmayın. Ben de onlardanım. Hepimiz onlardanız. Başka türlü olmasını aklınız nasıl alabiliyor? Orada mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef seyirciyiz. Sahnenin dışındayız.”
Sahne Anadolu’dur. Cumhur oradadır. Cumhurun dünyasına girmeden ne aydın olunabilir, ne reis!

Paylaş Tavsiye Et