Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2008) > Yüzleşiyorum > Dağdan inseler ovaya
Yüzleşiyorum
Dağdan inseler ovaya
Mustafa Özel
26 AĞUSTOS 1922. Şair, ellerini açmış yakarıyor:
 
    Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi
    Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi
    Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
    Gâlib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın
 
Son ordu galip geldi ve devleti büsbütün yok olmaktan kurtardı. Evet, millet çocukları önce Çanakkale’de, sonra İstiklal Harbi’nde “göğüslerini siper ederek” vatanı ve devleti kurtardılar. Kurtulan devlet minnet borcunu nasıl ödeyebilirdi? Milletini kurtarmak suretiyle! Cumhuriyet Türkiye’sinin hikâyesi, milletini kurtarmak isteyen bir devletin milletten kopma serüvenidir.
Önce şiirde geçen “Türk ordusu” tabirine açıklık getirelim. Kimlerden oluşuyordu bu ordu? Irk veya dil esas alınırsa, Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Boşnak, Çerkez ve daha onlarca topluluktan. Bunları ‘Türk’ kılan neydi? Türk ulusçuluğunun önemli kaynaklarından biri olan Moiz Kohen (Tekinalp) bunu şöyle bir örnekle cevaplandırıyor:
“Akide itibarıyla Türk’üm diyen her ferdi Türk tanımalıdır. Akidenin ehemmiyet-i fevkaladesini iraye ve isbat etmek üzere burada Profesör Leger’in İslav Alemi (Monde Slave) nam eserinde münteşir bir Türk zabitinin neferiyle cereyan eden enmuzecî bir muhaveresini buraya nakl etmekten vazgeçemeyeceğim:
– Nerelisin?
– Bosnalıyım.
– Hangi millettensin?
– Türküm.
– Türkçe konuşuyor musun?
– Hayır!
– Türkçe konuşmadığın halde kendine nasıl Türk diyebiliyorsun?
– Bilmem, (büyüklerim) bana Türksün dediler, ben de kendimi öyle bilirim.
– Benimle ne dil konuşuyorsun?
– Bilmem.
– Ben seninle Sırpça konuşuyorum, sen de bana Sırpça cevap veriyorsun. O halde ikimiz Sırbız.
– Hayır, sen Sırpça konuşuyorsun. Ben Boşnakça cevap veriyorum. Binaenaleyh sen Sırpsın, ben Türküm.
Şüphesiz bu yolda konuşan Boşnak neferinde bugünkü telakkiye nazaran Türklük namına bir şey yoktu. Dili, harsı, terbiyesi, ırkı, muhiti Türk’ten büsbütün başka idi. Öyle olduğu halde adamcağız samimi bir ifade ile la tezelzül bir katiyet ile kendine Türk diyordu. Çünkü Müslümanlık rabıtasından dolayı akidesi Türk idi.” (Türkleştirme, İstanbul: Resimli Ay Matbaası, 1928’den aktaran Jacob M. Landau, Tekinalp, İstanbul: İletişim, 1996, s. 282.)
Evet, ırkı ve dili büsbütün farklı olduğu halde adam kendine sarsılmaz bir özgüvenle Türk diyordu, “çünkü Müslümanlık rabıtasından dolayı akidesi Türk idi.” İşte, milletini kurtarmak isteyen modern Türk devletinin en büyük sıkıntısı bu noktadaydı. Farklı dil konuşan, farklı ırk veya kavmiyetlere mensup bu insanları, Müslümanlık rabıtasıyla değil, ulusluk rabıtasıyla Türkleştirmek istiyordu.
 
Türklüğe Muhtaç Kaldık
Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu bizim memlekette belki bin yıl Müslümanlık bağı ile Türk olduk. Bize ilk Türk diyenler de Avrupalılardı; bize Türk, sultanımıza Grand Türk. Atalarımız siyasi bağlamda Türklük vurgusunu pek yapmazlardı; zira kadim devlet yapıları içinde bu türden vurguların çözücü etkisinin farkındaydılar. Tarihte uzun ömürlü olabilmiş bütün siyasi (ve iktisadi) yapılar muhacirler tarafından kurulmuş, devşirmeler tarafından devam ettirilmişti. Irk veya kavmiyet vurgusu, modern zamanlara özgü bir yenilikti. Uzun sözün kısası, Türkler hep vardı, fakat Türklük yoktu. Tıpkı Almanlık ya da İtalyanlığın olmaması gibi.
Türklük nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Kırk yıl önce Türklük Meseleleri başlıklı bir eser kaleme alan İsmail Hami Danişmend, milleti şöyle tarif ediyordu: “Millet demek, herhangi bir esas etrafında toplanmış mütesanid bir insan kütlesi demektir.” Milleti oluşturan bu “herhangi bir esas” ne olabilirdi? İsmail Hami Bey böyle sekiz esastan söz ediyor: Kültür (Fransa), Irk (Almanya), Dil (Slav ve Arap dünyası), Tâbiiyet (ABD), Mezhep (Avusturya), Vatan (İsviçre), Din ve Ortak Tarih. “Bir camianın millet sayılabilmesi için bu rabıtaların hepsine birden ihtiyaç yoktur. Bu esaslardan herhangi birinin etrafında toplanılmış olması kâfidir.”
Yazar millet (nation) ile milliyeti (nationality) ayırıyor: “Millet yalnız siyasî ve sun’î bir teşekkül olduğu halde, milliyet yahud kavmiyet tabiî bir teşekküldür. Türkiye Türklüğü, siyasî ve sun’î bir millet değil, tabiî bir teşekkül evsafını haiz kuvvetli bir milliyetdir.” Milliyet ile kavmiyeti de özdeşleştiren İsmail Hami Bey, Avrupa’da devlet mefhumunun millet mefhumundan evvel geldiğini; Osmanlı öncesi Türklerde bu iki mefhumun iç içe geliştiğini; Osmanlı kültürünün ise tamamıyla İslamî bir mahiyet arz ettiğini düşünmektedir.
Fransız Devrimi, coğrafi bakımdan bir Avrupa Devleti olan Osmanlı’nın siyasi kültürü için en ölümcül virüsü geliştirdi; Napolyon orduları bu virüsü geniş bir coğrafyaya taşıdı: Ulusçuluk. Yirminci yüzyıl başlarına gelindiğinde, Osmanlı eliti içinde geniş bir çevre İslamlıktan da umudunu kesmişti, Osmanlılıktan da. Türklük, bu insanlar için son kurtuluş formülüydü; sığınılacak son mağara.
 
Dinli Türkçüler, Dinsiz Türkçüler
Siyasi bir program olarak Türkçülük, Osmanlı seçkinlerine Rusya Türklerinin armağanıydı. Orta Asya ve ardından Rusya’da Müslümanlık, Türklükle özdeşti. Altın Orda hükümdarları (özellikle Berke Han ile Özbek Han, 13-14. yy.) İslamiyet’i devlet dini haline getirdiler. Din ile kavmiyeti birleştirdiler. (Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2001, 13. Bölüm.) Bu gerçeğin farkında olan Ruslar, özellikle 18. yüzyıl sonrasında, Türk soyundan seçilmiş çocukları özel okullarda okutup geleneksel bağlardan koparmaya çalıştılar. Tatar Hanlığı’nın eski başkenti Kazan’da, Nikolai İlminskii 1863’te modern bir okul açtı ve “Rusçayı da çok iyi bilen bir grup Tatarı, soydaşlarına kendi ana dilleri olan Tatarca ders vermek ve bu arada kurnazca Hıristiyan dininin unsurları gibi gösterilen eğitim, aydınlanma ve ilerlemenin erdemlerini yücelterek onları Hıristiyan olmaya ikna etmek için kiraladı. İlminskii 100 binin üzerinde Tatarı Hıristiyan yaptı.” (s. 537.)
Bu gelişmeler Kazan Müslümanlarını kendi Avrupa tipi okullarını açmaya yönelttiyse de, kurdukları okullar “180 saat dindışı konular, 168 saat Rus dili ve sadece 24 saat din dersleri okutuyordu.” (s. 537.) Ceditçilik akımıyla daha da gelişen bu eğitim sistemi, İslam’a seküler bir kimlik işlevi yüklemeye çalıştı. “Avrupa’dan esinlenen bilimsel zihniyet, pozitivizm ve 18. yüzyıl sonlarının Rus Rönesansı’na özgü ilericilik, hepsi bir ölçüde bu Müslüman hareketin içinde vardı; hatta Müslümanların pan-Türkizmine örnek teşkil eden Rus pan-Slavizm akımının bazı unsurları da.” (s. 539.)
20. yüzyıl başı Türkiye Türkçülüğü akımına yön veren düşünürler arasında, Rusya Müslümanlarının ciddi bir ağırlığı vardır. Ünlü Türk Yurdu dergisinin ilk 6 cildinde Ziya Gökalp’in 16, Mehmet Emin Yurdakul’un 22, Ömer Seyfettin’in 8, Celal Nuri’nin 2 yazısına karşılık; Akçuraoğlu Yusuf’un 51 (T. Y. imzasıyla neşrettiği 22 yazı hariç), Halim Sabit’in 23, Ahmet Agayef’in 19, Parvus’un 17, Resulzade M. Emin’in 8, İsmail Gasprinski’nin 4, Zeki Velidi’nin 3 yazısı yer almaktadır. Dergiye ana karakterini veren, Yusuf Akçura’dır. (Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İletişim, 2003, s. 85-91)
Gökalp ile Akçura arasındaki zihniyet farkı, iki Türkçünün din anlayışlarıyla bağlantılıdır. Gökalp, Akçura’yı İttihatçı olmak üzere Cemiyet merkezine yöneltir. Yahya Kemal, olayın devamını şöyle nakleder: “Ona maskeli adamları, üstünde bir rövolver, bir Kur’an, bir de yemin metni olan bir masa hazırlatmıştı. Fakat Yusuf Akçura yemin metnini görüp Osmanlı, İslam gibi kelimelerine tesadüf edince, böyle hâyîde ve avâm-pesendâne mefhumlar uğrunda fedâ-yı cân edemeyeceğini beyan etmiş ve Merkez-i Umumî’den kapı dışarı edilmişti.”
Gökalp ile Akçura, Türkiye Türkçülüğünün iki farklı yüzüdür. Cumhuriyet eliti halka birinci (dine saygılı, hatta dindar) yüzü, kendine ve Batı dünyasına da çoğunlukla ikinci yüzü gösteregelmiştir. Bazen mütereddit kalıp, bu yüzlerden hiçbirini beğenmediği de olmuştur (1944 olayları ve 12 Eylül sonrasında ülkücülüğün tasfiyesi). Böylece ‘ikiyüzlülük’ ile ‘yüzsüzlük’ arasındaki bu gelgit, Cumhuriyet elitini sonunda ‘çokyüzlü’ bir ulusalcı senteze mahkûm etmiştir.
 
Dindar Kürtler, Dinsiz Kürtçüler
Türklüğü sarahate kavuşturamayan devlet sistemimiz, Kürtlükle ne yapacağını bir türlü bilemedi. Bu bilemeyiş tuhaf paradokslara yol açtı: Saddam Irak’ı gibi düpedüz despotik yönetimler altında Kürtler siyasi haklardan yoksun, fakat kültürel haklara sahip yaşarken; birçok bakımdan Batılı demokrasileri aratmayan Türkiye’de kendi dillerini bile tamamen unutup Türkleştirilmek istendiler. Aslında, tıpkı Boşnaklar gibi, Kürtlerin de “Müslümanlık rabıtasından dolayı akidesi Türk” idi. Fakat yeni Türklük, resmî bağlamı içinde, Müslümanlık rabıtasını kesip atıyordu. Dindar Kürtler, laik bir çerçevede Türkleşmeliydi!
Lise yıllarından beri kendimce cevap aradığım temel sorularımdan biri şudur: Neden çok sayıda okul arkadaşım Kürtçü oldu ve neden bunların hemen hepsi dinsizleştiler? Kürt ulusçusu olmakla dinsizleşmek (tıpkı Akçura tarzı Türkçülük gibi) birbirini gerektiren durumlar mıdır? Yahya Kemal’in bir hatırası bu sualimi cevaplandırmaya ışık tutuyor:
Büyük şair 1921-22’de Tevhîd-i Efkâr’a yazdığı yazılarda, başta Eyüp olmak üzere “İstanbul’un ruhanî semtlerini teşrih etmeye” çalışmaktadır. Bu nesirlerde “fetih hatıraları ve İstanbul toprağına gömülmüş olan ilk cetlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallelerin mânâları, hulâsa bu toprağın ‘vatan toprağı’ diye tekevvün edişinin hikâyesi” vardı. Bu tür yazılardan “tam yerli Müslüman olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı, lâkin medresenin çok Sünni yapılı kafaları zevk almazlardı, hatta ürkerlerdi; irşadın bu tarzında putperestliğe bir gidiş görürlerdi.”
Yahya Kemal’in bu minval üzere Eyüp semtinin Müslümanlaşmasına dair bir yazısı, Ahmet Naim Bey’i rahatsız eder. Karşılaştıklarında kendisine şöyle çıkışır: “İslamiyet’e sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor. Zaten dalalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. Bizim Abdullah Cevdet’in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddîdir; İslamiyet’i yıkamaz. Halbuki sizin yazılarınız İslam akaidini baştan başa tahrif ediyor.”
Şairin cevabı: “Bu millet İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever; onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür. İslamiyet’i olsun, Hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun, bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle, muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyla karıştırarak kabul etmişlerdir ve başka türlü almalarına zaten imkân yoktur.” (Ahmet Naim Bey, yıllar sonra Yahya Kemal’e hak verecektir! Bkz. Siyasî ve Edebî Port-reler)
Bir topluluğun hilkati, temayülleri, hayal ve ihtiyaçları ana dildeki dinî-edebî eserlerde ifadesini bulur. Ortalama Türk’ü Müslüman kılan, şu veya bu fıkıh yahut kelam kitabı değil; Süleyman Çelebi’nin mevlidi, Yunus’un şiirleri, Mesnevi tercüme ve şerhleridir. Birey, bunları çocukluğundan itibaren mırıldanmaya başladığı için, günün birinde kâmilen Müslüman olduğunu hisseder. Kürt çocuklarının ilk gençlik yıllarında kolayca dinsizleşmeleri, kendi dillerindeki böyle bir dinî-edebî atmosferin yokluğu yüzündendir. Böyle bir atmosfer olsa; Kürtler mevlit, meal, tefsir ve şiirlerini kendi dillerinde üretebilseler; bu rabıta ile “akideleri Türk” hâle gelebilirler.
 
Dağ Var da, Ova Var mı?
Sayın Mehmet Ağar, sureta haklı bir çağrıda bulunuyor. Dağdan inip, ovada siyaset yapsınlar! Kimdir ovaya çağrılanlar? Birkaç bin kişilik bir lejyoner ordusu. İçeriden veya dışarıdan, parayı bastıranlar hesabına cinayetler işleyen profesyonel bir çete. Türkiye’de siyaset yapanların daha esaslı sorulara cevap üretmeleri gerekiyor: İki yüz yıllık idealimiz olan Avrupa ulus-devlet sisteminin bir kıta-devlet sistemine doğru evirilmeye yüz tuttuğu günümüzde, Kürt yurttaşlarımızla hâlâ dar ulus söylemiyle konuşmaya devam mı edeceğiz? Bu yurttaşlarımızla yarım saatlik mesafede oturan ve aralarında ailevî akrabalık ilişkilerinin devam ettiği Kuzey Iraklı Kürtlerle hâlâ Brüksel veya Washington üzerinden mi konuşacağız?
Şurası açık: Siyaset, güç ile yapılır. Fakat güçten de ibaret değildir. Siyasi meselelere askerî çözümün sınırları vardır. Ne Kızıl Ordu’lu SSCB her istediğini yapabildi; ne Roma’dan beri en büyük silahlı kuvvetlere sahip ABD her istediğini yapabiliyor. Siyasi çözüm, güç ile rızanın tevhidinde yatıyor. Ve bu topraklarda rızaya giden her yol, İslamiyet’ten geçiyor.
 

Paylaş Tavsiye Et