YAZMAK, çağıyla hesaplaşmaktır. Buğday ekmiyor, yün kırkmıyor, elma toplamıyorum. Fakat günde üç öğün tıkınıyor ve yünlüler, pamuklular giyiyorum. Buğday ekene, yün kırkana, elma toplayana karşı tek görevim var: Hakikatı keşf ve ilân. Ben de bu yolda gece gündüz çalışmalıyım ki, yediğim ve giydiğim “helâl olsun!”
Aralık sayısındaki “AK Parti ve Türk siyasetinin paradoksları” başlıklı yazım, beklediğim gibi, pek ağır bulundu. İrfan ve ahlâkına gerçekten itimat ettiğim bir yakın dostum da sitemini gizlemedi: “Siyasî başkentimiz Brüksel, ekonomik başkentimiz New York, kültürel başkentimiz Paris (oldu) diyorsun. İnsaf et; bütün bunlar AK Parti’nin mi marifeti?”
Değil şüphesiz! Bu yazı on, yirmi, otuz yıl önce de yazılsa, aynı cümleyi içerebilirdi. Kültür başkentimiz Paris, çünkü hâlâ 200 yıl önce Parisli aydınların (kendi sorunlarını çözmek için) geliştirdikleri ‘ulus’ anlayışına dört elle sarılmış bulunuyoruz. Ekonomik başkentimiz New York, çünkü Sistem’e yüz milyarlarca dolar borçlanmışız. Siyasî başkentimizin Brüksel olması için verilen karar, mecazî anlamda daha gerilere gitmesek bile, 1959 tarihini taşıyor. AK Parti kendini bu üç merkeze doğru çoktan yola çıkmış olan bir trende buldu. Parti’yi bunun için suçlamıyor, sadece yöneticilerinin geçmişine atıfla, ortaya çıkan paradoksa işaret ediyorum.
Dostum soruyor: “AB ile ilişkileri askıya mı alalım?” Kesinlikle hayır! Bu, zihniyet ve ruh bakımından ‘Bu Ülke’den kopmuş; sadece otoriter bir rejimin sağladığı rantla geçinen; Türk milletinin tarihî bir özne olarak yeniden ortaya çıkmasına en büyük engeli oluşturan bezirgân ve bürokratların ekmeğine yağ sürer. Ulusalcılık görüntüsü altında, Amerikan neo-muhafazakârlarının Avrasya operasyonuna destek olmaya çalışıyor, Türk milletinin ancak bu yolla ayakta kalabileceğine inanıyorlar. Türkiye-AB ilişkileri stratejik bir değer taşıyor: Avrasya’yı militarist bir hegemonyayla yönetme hevesindeki ABD’ye karşı, Avrupa ile güç birliği etmemiz tercih değil, zorunluluktur. Fakat bu gerçek bir güç birliği olmalıdır; siyasî ve kültürel biat değil. Unutmayalım: AB’nin yeni küresel düzende Türkiye’ye ihtiyacı, bizim Avrupa’ya ihtiyacımızdan daha fazladır.
Üst Kimlik, Alt Kimlik ve Çimento
Tabiatıyla, AB üyesi olmaya talip olmak, bir üst kimliği benimsemeye de hazır olmak demektir. Bu kimlik, coğrafyaya atıfla ‘Avrupalılık’ olarak tanımlanırsa, sorun değil. Osmanlı devleti esasta bir Avrupa devletiydi; Türkiye’nin de Avrupa’da küçük fakat yüksek nüfuslu bir parçası vardır. Fakat kimlik, kültüre atıfla, ‘Modernlik’ (bazılarına göreyse Hıristiyanlık) olarak tanımlanırsa, ciddi sorunların çıkacağı ortadadır. Tuhaf olan, Avrupalıların bize benimsettiği tarzda bir ulus kimliğine sımsıkı sarılanların, şimdi Avrupa ile ilişkilere ters bakmasıdır.
Başbakan, Şemdinli olayı vesilesiyle üst ve alt kimliklerden söz etti; yer yerinden oynadı. Fakat, kimsenin tartışmayı sürdürmeye niyeti ve de mecali olmadığından, birkaç gün içinde herkes sus pus oldu ve millî hayatımız normale döndü. Üst ve alt kimliklerimiz, yeni bir krize kadar buzdolabındadır. Bir taraf diyor ki, başını kumdan çıkar ve etrafta olan biteni hesap et. Diğer tarafın cevabı kesin ve net: Ya sev, ya terket!
Problem şu: İki taraf da “yabancı dille” konuşuyor. Bir medeniyet camiasının siyasî meseleleri, başka bir medeniyetin siyasî grameriyle anlaşılamaz ve tartışılamaz. Tartışılırsa, herkesin kendini haklı gördüğü, meselenin ise orta yerde çözümsüz kaldığı bir durum doğar. Çözümsüzlüğün maliyeti, herhangi bir çözümün maliyetinden daha ağırdır.
Avrupa’da alt ve üst kimlikler problem kaynağı değil. Çünkü orada uluslar, küçük parçaların birleşmesiyle ortaya çıktı. Bizde ise Türk veya Arap ulusu, büyük bir devletin parçalanmasıyla vücut buldu. Avrupa kıtasında insanlar 19. yüzyılın ortalarında kendini önce Venedikli veya Prusyalı, sonra İtalyan veya Alman olarak tanımladılar. Venediklilik alt, İtalyanlık üst kimlik; Prusyalılık alt, Almanlık üst kimlik oldu. AB projesi tam gerçekleştiğinde, Almanlık ve İtalyanlık alt, Avrupalılık ise üst siyasî kimlik olacaktır.
Tarihsel bağlamı içinde, bizim üst kimliğimiz İslamlık/Osmanlılık idi. Bunu Araplık, Türklük (ve bugün Kuzey Irak’ta Kürtlük) ile değiştirdiğimiz zaman, ya diğer kavim mensubiyetlerini alt kimlik sayacağız, ya da düpedüz yok sayacağız. Araplık üst kimlikse, Türklük ve diğer mensubiyetler alt kimlik sayılacak; Türklük üst kimlikse, Araplık ve diğer mensubiyetler alt kimlik sayılacaktır. Ya da “herkes Araptır, herkes Türktür” denilecek.
Problemin ikinci bir kaynağı şu: Osmanlı devletinin parçalanmasıyla vücut bulan devletler, Türkiye ve kısmen Mısır hariç, kendi iradeleriyle değil; emperyal devletlerin iradeleriyle oluştular. Lübnan, Ürdün, Bahreyn gibi birçok ‘uyduruk’ Arap devletinin oluşumuna yeşil ışık yakan bu emperyal güç, her ne hikmetse, Kürtleri unutuverdi. Onları aynı coğrafyada, tam dört ayrı ‘devlet’in alt unsuru haline getirdi. Şimdiyse hatasını (!) tamir gayesiyle yeni bir operasyon peşinde. Sadece silahları değil, liberal bir dili de büyük bir beceriyle konuşan Emperyal güçlerle asla bu tür operasyonların arka planını tartışamazsınız. Sizden daha özgürlükçü, daha haklıdırlar.
Türk, Arap ve Kürt ulusçularıyla da tartışamazsınız. Sizden daha ‘yurtsever’, hatta daha ‘dindar’dırlar. Çoğu cetvelle çizilmiş ‘ulusal’ sınırları içinde, kendilerini hür ve bağımsız addedip, sanal bir hayat yaşamayı gururla sürdürürler. Oysa, kollektif bir varlık olarak, gerçek üst kimliklerini inşa edinceye kadar, ne hür ne de bağımsızdırlar. Fransız, Alman veya İtalyanlık, büyük çabalarla inşa edilmiş siyasî kimliklerdir. Araplık, Türklük veya Kürtlük ise, bizi üst kimliğimizden uzaklaştırıp parçalayanların kucağımıza oturttuğu taş bebekler. Yurtseverlik görüntüsü altında, bunlarla birbirimizin kafasını gözünü yarıp, sömürgeci efendilerimize hizmet ediyoruz.
Binaenaleyh, tek tek ‘ulusal’ sınırlar içinde değil; efendilerimizin topyekün Orta Doğu diye vaftiz ettikleri geniş coğrafyada; ya yeni bir üst kimlik inşa edecek, ya eski üst kimliğimizi hatırlayacak, ya da mevcut sanal kimliklerimizle birbirimizi kırmaya devam edeceğiz. Bir çimento olduğu söylenen din, üst kimliğin inşasına katkısı yoksa, insanları birarada tutamaz.
Sanal Ulusların Kaderi Nasıl Belirlenecek?
Ernest Renan, 19. yüzyılın sonlarında, “bir ulusun oluşumunda ana etkenin unutma” olduğunu söylüyor ve ekliyordu: Tarih araştırmaları bir ulus için çoğu zaman tehlikelidir. Niçin? Çünkü tarih ‘gerçeği’ ortaya çıkarabilir. Oysa ulus (nation) kökü gerilere uzanmayan, kurulmuş bir devletin kurguladığı sanal topluluktur. “İtalya uğradığı bozgunlar sayesinde birleşiyor, Türkiye zaferleri yüzünden dağılıyor. Çünkü İtalya bir ulustur, Türkiye ise Anadolu dışında ulus değildir.” Renan’a göre, milliyetleri dine göre ayırma siyaseti Şark’ı mahvetti. “Selanik veya İzmir gibi şehirleri ele alınız. Oralarda, her birinin kendine ait hatıraları olan ve aralarında hemen hemen müşterek birşey bulunmayan beş altı cemaat bulursunuz. Halbuki bir ulusun esası, bütün fertlerinin birçok müşterek şeyleri olması ve hepsinin birçok başka şeyleri unutmuş bulunmalarıdır.”
Renan’ın 1882 yılında sözünü ettiği bu tekbiçimleştirici kurgu süreci, dünyamıza yüzyıllık bir sürede 200 ulus kazandırdı; yılda ortalama iki ulus! Şimdi soru şu: İletişim teknolojisindeki başdöndürücü gelişmeler sayesinde coğrafyanın hükmünü büyük ölçüde yitirdiği bir evrede ulus olma süreci nasıl bir hüviyet kazanacaktır? İnternet denen sanal ortamın sanal ulusları, gerçek ortamın sanal uluslarından hangi bakımlardan farklı olacaklardır? Bu farklılık onları toplumların farklı kıstaslarla, farklı ilkelere göre yapılandığı kadîm (yani 19. yüzyıl öncesi!) evreye geri mi götürecektir? Yoksa postmodern dünyanın ulusları köktensanal topluluklar mı olacaktır?
İnternette Özgür Tibet web sayfasını hazırlayan Jeff Delisio şunları söylüyor: “Sürgündeki Tibet hükümetinin ‘başkenti’ Dharamsala’daki online hizmetleri geliştirme çabası içindeyiz. Bu, Tibet taraftarları ve Tibetlilerin çoğunun içinde yer aldıkları örgütlerle hükümetimiz arasında daha doğrudan bir bağ kurulmasını sağlayacaktır. Tibetli yazarlar, ülkeler ve okyanuslar ötesindeki insanlarımıza Tibet kültürünü öğretmek için gruplar oluşturuyor. Tibet dinî metinleri elektronik formda ve CD-ROM’lar içinde muhafaza edilmeye çalışılıyor. Bu işlerin çoğu Hindistan’a nakledilen manastırlarda yapılıyor.”
Renan, uluslaşma sürecindeki hafıza kaybının gönüllü bir tercih olduğunu söylüyordu. Oysa, Avrupa toprağı dışında uluslaşma sürecinde anahtar kavram cebirdi. Richard Griggs, kendilerine birçok şeyin zorla unutturulduğu beş veya altı bin dolayında ‘ulusun’ tam anlamıyla bir Dördüncü Dünya oluşturduklarını söylüyor. Dünya nüfusunun üçte biri kadar olan bu nüfus, şimdi iletişim teknolojisinin ‘nimetlerinden’ yararlanarak, kendilerinden öncekiler gibi uluslaşmaya (yani kendilerini ‘Uluslararası Toplum’a kabul ettirmeye) çalışacaklar.
Ne var ki, teknoloji iki yüzlü bir kılıçtır. Dördüncü Dünyanın ‘uluslarını’ bugüne kadar boyunduruk altında tutabilenler, muhtemelen iletişim teknolojilerine onlardan daha fazla hükmetme arayışı içinde olacak; bu da sadece uygulanan şiddetin alanını genişletmekle sonuçlanacaktır. Siberdiplomasi yoluyla seslerini dünyaya duyurmaya çalışanlar, ancak adalet anlayışı güçlü bir merkezin olması durumunda gelecekten umutlu olabilirler. Oysa günümüzün demokrasileri, enformasyon üzerindeki etkin denetimden ötürü, tam anlamıyla birer siberokrasiye dönüşmüşlerdir. Sistemi değiştirme niyeti taşımayanlar arasındaki bir yarışma olan seçimlerin sonucunu bile aylar öncesinden tahmin edebilen politik aygıtlar, sistem için tehlikeli olabilecek unsurları sistemli biçimde işlerin uzağında tutmaktadırlar.
Sanal ortamın sanal uluslarının gücü, kendilerine zorla unutturulan uzak geçmişin hatıralarını aktüel birer gerçekliğe dönüştürme yeteneklerinde yatmaktadır. Bunu yapabildikleri ölçüde, sanal ortamın gerçek ulusları olabileceklerdir. O zaman Selanik ve İzmir’de, “her birinin kendine ait hatıraları olan ayrı cemaatler” yaşıyor ve dünyada hakikaten ‘çoğulcu’ bir medeniyet hüküm sürüyor olacaktır.
Sanal Devletler, Gerçek Sömürgeler
Sömürge sevimsiz bir kelime. Daha ziyade, kapitalist gelişme sürecinde, Avrupa’nın çekirdek ekonomilerinin Avrupa dışındaki ‘fetihleri’ için kullanılıyor. Osmanlılar fethettikleri ülkelere müstamere derlerdi, imar edilen, geliştirilen yer. Sömürge ise, sömürülen, suyu çıkarılan yer. Sömürgecilik sürecinin nesneleri bölgeler ve halklar olmuştu. Şimdiyse bizzat devletler sömürgeleştiriliyor.
Yeni sürecin öznesi, küresel sermayedir ve sürece Liberalleşme yaftası takılmıştır. Türkiye’de veya İran’da, Arjantin veya Kazakistan’da, bugünden yarına vuku bulacak büyük gelişmelerin hiçbiri bu süreçten soyutlanarak değerlendirilemez. Bu ülkelerin insanları, bir yandan ‘millî’ devletlerinin kendileri üzerindeki baskılarını def’etmek, diğer yandan yeni sömürgeciliğe karşı millî devletlerini güçlendirmek mecburiyetiyle yüz yüzedirler. Devletler atsan atılmaz, satsan satılmaz nesneler haline gelmiştir. Bu paradoksla yaşamak gerçekten çok zor.
Millî devletler, Avrupa dışındaki geniş toprak parçalarında süregiden ekonomik faaliyetlerin kapitalist Avrupa ekonomilerine ‘eklemlenmesi’ yolunda önemli rol oynamışlardı. Şimdi kendileri küresel pazar ilişkilerine eklemleniyorlar. Dün, merkez-dışı ülkelerin insanlarını Sisteme boyun eğdiriyorlardı; şimdi aynı şeyi kendi insanları için yapmak zorundadırlar. Devletin zayıflaması anlamına gelmiyor bu! Tam aksine, bildiğimiz devlet yapıları belki daha da güçlenecektir. Fakat, nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, ‘millîlikleri’ giderek azalacaktır. Avrupa-dışı devletlerin millîlikleri zaten her zaman tartışmalıydı; şimdi bizzat merkezdeki devletlerin millîlikleri ortadan kalkacaktır.
Milliyetçilerin bu sözlere kızmaması; aksine, üzerinde ‘derin derin’ düşünmeleri lâzım. Tarihî bir kurum olarak devletin ‘millî’ formu zaten birkaç yüzyıllık yeni bir hadisedir. Modern devlet, matbaadan bile daha yeni bir icattır. Milletin değil, örgütlü sermayenin eseridir. Sermaye, eskiden üretime aracılık ediyordu; sanayi kapitalizmi aşamasındaysa üretimi kontrol etmeye başladı. Bizim bugün millî devlet dediğimiz siyasî örgüt, ‘millet’ varlığından önce, bu kontrol sürecinin garantörüdür.
Üretim ve pazarlamanın küreselleştiği bir ortamda, millî devlet yapılarına ödenen ‘rüşvet’ ağır gelmeye başlamıştır. Sermayenin, özellikle de finans sermayesinin, mümkün olan en hızlı ve maliyetsiz biçimde deveran edebilmesi gerekmektedir. Devletler bu aşamada, küresel sermayenin temsilcisi olan ulusüstü kuruluşların (IMF gibi) problemsiz ajanları olabildikleri ölçüde değerli sayılacak, hayat sahası bulabileceklerdir. (Yazının başında geçen “ekonomik başkentimiz New York” sözü bu gerçekliğe işarettir.)
Liberalleşme etiketli bu yeni sömürgecilik aşamasında, Sisteme rağmen mesafe alabilen toplumlar, farklı bir kültürel zihniyete sahip olabilen; kendi bölgesinin ekonomik bakımdan toparlanmasına önayak olabilen; küresel borç rejiminden paçasını kurtarıp ‘verimlilik’ yarışına kendine ait bir boyut kazandırabilenler olacaktır. Bütün bu süreçlerin anahtarı siyasî meşruiyettir. Bölge insanlarının gözünde meşru bir siyasî sistem kuramayan, yani kabule şayan bir üst kimlik oluşturamayanlar ne borç tuzağından çıkabilir, ne de verimli sosyo-ekonomik yapılara sahip olabilirler.
Kimlik siyaseti, ‘millet’ten ‘ulus’a alçalanlar için gerçekten alt üst edicidir.
Paylaş
Tavsiye Et