Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Yüzleşiyorum > Niçin ortak önderimiz yok?
Yüzleşiyorum
Niçin ortak önderimiz yok?
Mustafa Özel
LON­DRA’DA, ün­lü Hyde Park’a ba­kan bir otel­de­yim. Bu ay­ki Yüz­le­şi­YO­RUM için “Üçün­cü Bin­yı­lın Ya­hu­di So­ru­nu” baş­lık­lı bir ya­zı üze­rin­de dü­şü­nü­yo­rum. Ma­sam­da o gün Lon­dra sa­haf­la­rın­dan top­la­dı­ğım ki­tap­lar. Mar­tin Bu­ber im­za­lı On Zi­on: The His­tory of an Ide­a (Si­yon, Bir Fik­rin Ta­ri­hi) baş­lık­lı ki­ta­bı sa­tır sa­tır çi­zi­yo­rum. 1944 yı­lın­da, he­nüz II. Dün­ya Sa­va­şı (do­la­yı­sıy­la Ya­hu­di­le­rin Na­zi kâ­bu­su) so­na er­me­den Bu­ber’in Ku­düs’te ver­di­ği ders­ler­den olu­şan ki­tap Ya­hu­di­le­re şu me­sa­jı ve­ri­yor: “Si­yon iç öz­gür­leş­me ve saf­laş­ma­dır. Gö­rü­nür bir ger­çek­lik ha­li­ne gel­me­den ön­ce ruh­ta doğ­ma­lı­dır.”
Ya­hu­di­le­rin Fi­lis­tin’de Arap­lar­la kar­deş kar­de­şe ya­şa­ma­la­rı­nı düş­le­yen fi­lo­zof, ku­ru­la­cak dev­le­tin sa­yı­sız kü­çük dev­let­ler­den bi­ri de­ğil, an­cak “ma­ne­vi bir kuv­vet” ola­bi­lir­se ayak­ta ka­la­bi­le­ce­ği­ni söy­lü­yor. “Ka­bi­le­le­ri mil­le­te dö­nüş­tü­ren şey, or­tak Ön­der’in me­sa­jı­dır.” Mo­ses Hess’ten Mar­tin Bu­ber’e uza­nan, “bu me­saj”ı an­la­ma ve onu ta­rih­sel bir gü­ce dö­nüş­tür­me ar­zu ve se­rü­ve­ni­ni an­la­ma­ya gay­ret edi­yo­rum. “Üçün­cü Bin­yı­lın Ya­hu­di So­ru­nu” ba­na “İkin­ci Bin­yı­lın Al­man So­ru­nu”nun bir tü­re­vi gi­bi gö­zü­kü­yor. İs­lam coğ­raf­ya­sın­da kü­re­sel ta­ri­hin nab­zı­nın at­ma­ya baş­la­dı­ğı bir uğ­rak­ta, si­ya­set-ek­sen­li komp­lo te­ori­le­rin­den çok, ta­rih-te­mel­li bü­yük fik­rî atı­lım­la­rı an­la­ma­ya ih­ti­ya­cı­mız var.
Bir dün­ya me­se­le­si ola­rak Ya­hu­di so­ru­nu­na da­ir dü­şün­ce­le­ri­mi Mart ve Ni­san ay­la­rı­na sak­lı­yo­rum. Açık­ça­sı bi­raz za­man ka­zan­mak, oku­mak­ta ol­du­ğum me­tin­le­ri sin­dir­mek, da­ha ön­ce­ki bil­gi­le­rim­le ye­tin­me­mek is­ti­yo­rum. Bu ay Bu­ber’in “Ka­bi­le­le­ri mil­le­te dö­nüş­tü­ren şey, or­tak Ön­der’in me­sa­jı­dır” ifa­de­sin­den ha­re­ket­le ken­di ha­li­mi­ze ışık tut­ma­ya ça­lı­şa­ca­ğım. Ger­çek şu ki, İs­ra­il’in vah­şi Gaz­ze sal­dı­rı­la­rı­na, İs­lam dün­ya­sın­da Türk Baş­ba­kan’dan da­ha ce­sur ve tu­tar­lı bir kar­şı çı­kış gös­te­ren ol­ma­dı. Baş­ka bir de­yiş­le, İs­lam dün­ya­sı bir or­tak Ön­der’e sa­hip ol­ma­dı­ğı­nı dün­ya­ya faş et­ti.
 
Dev­let­ler, Er­dem­le Ayak­ta Du­rur
Mar­tin Bu­ber, bir dün­ya sa­va­şı­nın or­ta­sın­da, mil­yon­lar­ca mil­let­ta­şı fı­rın­lar­da ya­kı­lır­ken, ge­ri­de ka­lan ümit­siz­le­re “iç öz­gür­lük ve saf­laş­ma”dan söz edi­yor­du. Mil­let ve va­tan ide­al­le­ri, “gö­rü­nür bir ger­çek­lik ha­li­ne gel­me­den ön­ce ruh­ta doğ­ma­lı”ydı. Müs­lü­man­la­rın mo­dern çağ­da­ki bü­yük yi­ti­ği de bu ruh, bu iç öz­gür­lük ve saf­laş­ma ol­ma­lı­dır.
İs­lam dün­ya­sı­nı yö­ne­te­mi­yo­ruz, çün­kü tek tek ül­ke­le­ri­mi­zi; ül­ke­le­ri bı­ra­kın, şir­ket­le­ri­mi­zi bi­le yö­ne­te­mi­yo­ruz. Sağ­lam yö­ne­ti­min iki te­mel kay­na­ğı ruh ve fi­kir­dir. Ya­hut din ile fel­se­fe. Ön­ce fel­se­fe­den baş­la­ya­lım. Kı­la­vuz­la­rı­mız Ef­la­tun ile Fa­ra­bi ol­sun. Ef­la­tun’un Pro­ta­go­ras baş­lık­lı ese­rin­de, Sok­ra­tes ile Pro­ta­go­ras ara­sın­da yö­ne­tim sa­na­tı­na da­ir çok öğ­re­ti­ci bir ko­nuş­ma ge­çi­yor:
“Sok­ra­tes: Yö­ne­tim sa­na­tı­nın öğ­re­ti­lir bir şey ol­du­ğu­na ak­lım yat­maz­dı. Ati­na­lı­lar akıl­lı in­san­lar­dır. Ya­pı iş­le­ri ko­nu­şul­du mu mi­mar­la­ra da­nı­şır­lar, ge­mi­ler üze­rin­de ko­nu­şul­du mu ge­mi ya­pı­cı­la­rı­na baş­vu­rur­lar. Kı­sa­ca öğ­re­ni­lir, öğ­re­ti­lir her şey için hep böy­le dav­ra­nır­lar. Mes­lek­ten ol­ma­yan bi­ri bu iş­ler hak­kın­da fi­kir yü­rüt­me­ye kal­kış­tı mı zen­gin de ol­sa, gü­zel de ol­sa, asil de ol­sa onu kim­se din­le­mez. Fa­kat dev­let yö­ne­ti­miy­le il­gi­li iş­ler or­ta­ya atıl­dı mı dül­ger­le­rin, de­mir­ci­le­rin, kun­du­ra­cı­la­rın, tüc­car­la­rın, de­niz­ci­le­rin, zen­gin­le­rin, fa­kir­le­rin, halk ta­ba­ka­sı­nın aya­ğa kal­kıp söz söy­le­dik­le­ri gö­rü­lür. Bu kez hiç­bir öğ­ret­men­den ders al­ma­dan, hiç­bir yer­de öğ­ren­me­den fi­kir yü­rüt­me­ye kal­kı­şan­la­rın bu ek­si­ği­ni kim­se baş­la­rı­na çal­maz. Bü­tün bun­lar yö­ne­tim sa­na­tı­nın öğ­re­ti­lir bir şey ol­ma­dı­ğı­nı gös­te­ri­yor. Ki­şi­sel iş­ler­de de böy­le­dir. Yurt­taş­la­rın en yet­kin­le­ri ken­di­le­rin­de bu­lu­nan er­de­mi baş­ka­la­rı­na öğ­re­te­mi­yor­lar. Er­de­min öğ­re­ti­lir bir şey ol­du­ğu­nu ger­çek­ten bi­li­yor­san, biz­den esir­ge­me Pro­ta­go­ras.”
Pro­ta­go­ras ce­va­bı­na ön­ce tan­rı­la­rın dün­ya­yı ve için­de­ki var­lık­la­rı na­sıl ya­rat­tık­la­rı­nı açık­la­mak­la baş­lı­yor. Ya­ra­tı­lan var­lık­la­rın gün yü­zü­ne ka­vuş­tu­ru­la­cak­la­rı an yak­la­şın­ca, her bi­ri­ne ge­rek­li güç­le­rin bö­lüş­tü­rül­me­si işi­ni tan­rı­lar Epi­me­te­us ile Pro­me­te­us’a bı­ra­kı­yor­lar. Bi­rin­ci­si güç­le­ri da­ğı­ta­cak, ikin­ci­si kon­trol ede­cek­tir.
Epi­me­te­us bö­lüş­tür­me işin­de ba­zı­la­rı­na kuv­vet ve­ri­yor, hız ver­mi­yor; ba­zı­la­rı­na da hız ve­ri­yor fa­kat kuv­vet ver­mi­yor. Kü­çük göv­de­li­le­re kaç­mak için ka­nat ve­ya ye­ral­tı­na sı­ğın­ma ka­bi­li­ye­ti ve­ri­yor; göv­de­li­le­ri de iri­lik­le­riy­le kur­tar­mış olu­yor. Böy­le­ce hay­van­lar ara­sın­da bir uyum ku­ru­lu­yor ve tür­le­rin yok ol­ma­la­rı­nın önü­ne ge­çi­li­yor. Her tür için ay­rı ay­rı be­sin­ler bu­lu­nu­yor. Ki­mi­ne ye­rin ot­la­rı, ki­mi­ne ağaç­la­rın ye­miş­le­ri, ki­mi­ne kök­le­ri, ki­mi­ne de hay­van­la­rın et­le­ri dü­şü­yor. Fa­kat ye­nen­le­rin tür­le­ri­ni tü­ken­mek­ten ko­ru­mak için, yi­yen­le­rin az, ye­nen­le­rin de çok üre­me­le­ri sağ­la­nı­yor.
Böy­le­ce elin­de ne var ne yok ted­bir­siz­ce har­ca­yan Epi­me­te­us, in­san­la­rı do­na­nım­lı kı­la­cak hiç­bir şey bı­rak­mı­yor. Kon­tro­le ge­len Pro­me­te­us şa­şı­rıp ka­lı­yor ve in­san­la­rı ko­ru­nak­lı kıl­mak için He­pa­es­tos ile Ate­na’nın sa­nat bil­gi­si­ni, ate­şi ça­la­rak in­sa­na ar­ma­ğan edi­yor. Fa­kat in­san­lar­da yö­ne­tim bil­gi­si yok­tu; o bil­gi Ze­us’tay­dı. Sa­nat­la­rı ken­di­le­ri­ni bes­li­yor, fa­kat hay­van­lar­la dö­vüş­me­ye yet­mi­yor­du.
“Ken­di­le­ri­ni ko­ru­mak için bir­le­şip şe­hir­ler kur­ma­ya yel­te­ni­yor­lar­dı, fa­kat yö­ne­tim sa­na­tı­nı bil­me­dik­le­ri için, bir­bir­le­riy­le di­di­şe­rek da­ğıl­ma­ya baş­lı­yor, hay­van­lar da on­la­rı ge­ne öl­dü­rü­yor­du. Bu­nun üze­ri­ne Ze­us, tü­rü­mü­zün tü­ken­me­sin­den kor­ku­yor, şe­hir­ler­de dü­zen, in­san­lar ara­sın­da da dost­luk kur­mak için Her­mes ile in­san­la­ra edep ve doğ­ru­luk gön­de­ri­yor.”
Her­mes, Ze­us’a edep ve doğ­ru­luk er­de­mi­ni her­ke­se mi, yok­sa di­ğer sa­nat­lar­da ol­du­ğu gi­bi ba­zı­la­rı­na mı da­ğıt­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni so­ru­yor. Ze­us “hep­si­ne da­ğıt” di­yor. Çün­kü di­yor Pro­ta­go­ras, “bu öte­ki sa­nat­lar­da ol­du­ğu gi­bi in­san­la­rın ba­zı­la­rın­da bu­lun­say­dı şe­hir­ler tu­tu­na­maz­dı. Ati­na­lı­lar doğ­ru­luk, öl­çü da­ha doğ­ru­su yö­ne­tim sa­na­tı ko­nu­şul­du mu her­ke­si din­le­mek­te hak­lı­dır­lar. Çün­kü an­cak her­ke­sin er­dem­den pa­yı ol­ma­sıy­la dev­let­le­rin var ola­bi­le­ce­ği­ne inan­mış­lar­dır.”
 
Ön­der­le­rin Ma­ya­sın­da­ki Al­tın
Pe­ki, er­dem­li ol­mak yö­ne­ti­ci ol­mak için ye­ter­li mi­dir? Er­dem­ler her­ke­sin pa­yı­na düş­tü­ğü­ne gö­re, yö­ne­ti­ci­ler­de han­gi fark­lı me­zi­yet­le­rin bu­lun­ma­sı ge­re­ki­yor? Ef­la­tun bu so­ru­ya ün­lü ese­ri Dev­let’te ce­vap ve­ri­yor­du. Ora­da bir Fe­ni­ke ma­sa­lı an­la­ta­rak, Ati­na­lı­la­rı şu­na inan­dır­ma­ya ça­lı­şı­yor­du:
“Tan­rı, ara­nız­dan ön­der ola­rak ya­rat­tık­la­rı­nın ma­ya­sı­na al­tın kat­mış­tır. On­lar bu­nun için baş ta­cı olur­lar. Yar­dım­cı ola­rak ya­rat­tık­la­rı­nın ma­ya­sı­na gü­müş, çift­çi­ler ve öbür iş­çi­le­rin ma­ya­sı­na da de­mir ve tunç kat­mış­tır. Ara­mız­da bir ha­mur bir­li­ği ol­du­ğu­na gö­re siz­den do­ğan ço­cuk­lar da her­hal­de si­ze ben­ze­ye­cek­ler­dir. Ama ara­da bir, al­tın­dan gü­müş, gü­müş­ten de al­tın doğ­du­ğu ola­bi­lir. Bu­nun için Tan­rı, her şey­den ön­ce ön­der­le­re, do­ğan ço­cuk­la­ra iyi bek­çi­lik et­me­le­ri­ni, iç­le­ri­ne bu ma­den­ler­den han­gi­le­ri­nin ka­tıl­mış ol­du­ğu­nu dik­kat­le araş­tır­ma­la­rı­nı bu­yur­muş­tur. Ken­di ço­cuk­la­rı tunç­la ya da de­mir­le ka­tı­şık doğ­muş­lar­sa hiç acı­ma­yıp, on­la­rı ha­mur­la­rı­na uy­gun iş­le­re ko­ya­cak; çift­çi ya da iş­çi ya­pa­cak. Çift­çi ve iş­çi ço­cuk­la­rı ara­sın­dan ma­ya­la­rı al­tın ve gü­müş­le ka­tı­şık do­ğan­lar olur­sa, on­la­rı gö­ze­te­cek, ki­mi­ni ön­der­li­ğe ki­mi­ni bek­çi­li­ğe yük­sel­te­cek; çün­kü ma­ya­sın­da de­mir ya da tunç ka­tı­şık olan­la­rın ön­der­lik ede­ce­ği gün şeh­rin yok ola­ca­ğı­nı Tan­rı bu­yur­muş­tur.”
Ef­la­tun’dan önem­li öl­çü­de et­ki­len­miş olan Fa­ra­bi’ye gö­rey­se, er­dem­li (fa­zıl) şeh­rin yö­ne­ti­ci­si­nin ma­ya­sın­da al­tın ol­ma­sı şun­la­ra de­la­let­tir: Ken­di­si­ne söy­le­nen her şe­yi iyi kav­ra­yıp an­lar; ze­ki ve uya­nık­tır; gü­zel ko­nu­şur; öğ­re­nir ve öğ­re­tir; doğ­ru­dur ve doğ­ru­la­rı se­ver, ya­lan­dan ve ya­lan­cı­lar­dan nef­ret eder; hep yük­sek şey­le­ri arar ve (ma­ya­sın­da al­tın ol­du­ğun­dan) al­tın ve gü­mü­şe göz koy­maz; ada­le­ti ve ada­let eh­li­ni se­ver; mu­te­dil mi­zaç­ta­dır; bü­yük azim ve ira­de sa­hi­bi­dir.
Fa­ra­bi bun­la­rı sı­ra­la­dık­tan son­ra şöy­le so­rar: Bü­tün bu me­zi­yet­ler bir tek ki­şi­de top­lan­ma­dı­ğı za­man ne ola­cak­tır? Ce­vap: “Eğer fa­zıl şe­hir­de bir kim­se ri­ya­set şart­la­rı­nın ilk al­tı­sı­nı ve­ya be­şi­ni ken­din­de top­lar­sa, mu­hay­yi­le kuv­ve­ti­ne ait olan di­ğer me­zi­yet­ler ken­din­de ol­ma­sa bi­le, re­is olur.” Re­is­te şu al­tı özel­li­ğin bu­lun­ma­sı gö­ze­ti­lir:
1. Ha­kîm (hik­met sa­hi­bi) ol­ma­sı.
2. Ken­din­den ön­ce ge­len­le­rin şeh­re ver­dik­le­ri ka­nun ve düs­tur­la­rı bi­lip bel­le­me­si ve bü­tün iş­le­rin­de on­la­rın izin­den, bu ka­nun­lar mu­ci­bin­ce ha­re­ket et­me­si.
3. Es­ki­le­rin ka­nu­na bağ­la­ma­dık­la­rı hu­sus­lar hak­kın­da iyi is­tin­bat­lar­da (çı­ka­rım­lar­da) bu­lun­ma­sı.
4. Es­ki­le­rin ta­bi­atıy­la meş­gul ol­ma­dık­la­rı bu­gün­kü me­se­le­ler hak­kın­da iyi hü­küm­ler ve­re­bil­me­si için kuv­vet­li is­tin­bat­lar­da bu­lun­ma­sı ve is­tin­bat­la­rı­nın ül­ke men­fa­at­le­rin­den mül­hem ol­ma­sı.
5. Es­ki­le­rin hu­kuk dü­zen­le­ri­ni ve on­la­rın iz­le­rin­den gi­de­rek ken­di­si­nin is­tin­bat et­ti­ği ka­nun­la­rı iyi ko­nu­şa­rak öğ­re­te­bil­me­si.
6. Harp yor­gun­luk­la­rı­na be­de­nen mü­te­ham­mil ol­ma­sı ve harp sa­na­tı­nın as­lî ve tâ­li özel­lik­le­ri­ni bil­me­si.
Pe­ki, bu özel­lik­ler bir­den faz­la ki­şi­de bu­lu­nur­sa ne olur? Ce­vap: “Bun­lar­dan bi­ri hik­met sa­hi­bi, di­ğe­ri de öte­ki şart­la­rı ha­iz­se, her iki­si de re­is olur­lar. Eğer bu şart­lar muh­te­lif kim­se­ler ara­sın­da da­ğıl­mış bu­lu­nur­sa ve bun­la­rın bi­rin­ci­sin­de hik­met, ikin­ci­sin­de 2., üçün­cü­sün­de 3., dör­dün­cü­de 4., be­şin­ci­de 5., al­tın­cı­da 6. şart bu­lu­nur­sa ve bun­lar bir­bir­le­riy­le an­laş­mış ve uz­laş­mış olur­lar­sa hep­si de re­is olur­lar. Fa­kat hik­met ri­ya­se­tin şar­tı ol­mak­tan çık­tı­ğı gün, di­ğer şart­lar bu­lun­muş ol­sa da, fa­zıl şe­hir kral­sız ka­lır. Ken­di­si­ne tes­lim ola­cak bir ha­kîm (hik­met sa­hi­bi) bul­ma­yan şe­hir, ge­cik­mez yı­kı­lır.”
 
Ön­der Ön­ce Ken­di­ni Fet­he­der!
Ta­rih bo­yun­ca, iyi yö­ne­ti­min asıl kay­na­ğı ise din ol­muş­tur. Her pey­gam­ber ör­nek bir yö­ne­ti­ci­dir. Yö­ne­ti­ci-pey­gam­ber vas­fı en be­lir­gin olan Al­lah el­çi­si ise mu­hak­kak ki Hz. Mu­ham­med’dir. Teo­ri ve pra­ti­ği ile yö­ne­tim zih­ni­yet ve ah­la­kı O’nda zir­ve­si­ni bul­muş­tur. Onun an­la­yış ve uy­gu­la­ma­sın­da yö­ne­ti­ci­lik, ör­güt­le­ri­mi­zi kı­ya­met bi­lin­ci ile ida­re et­mek­tir. Bu­ha­ri’de şöy­le bir ha­dis ri­va­yet edi­li­yor:
Al­lah Re­su­lü as­ha­bıy­la ko­nu­şur­ken çı­ka­ge­len bir be­de­vi, kı­ya­me­tin ne za­man ko­pa­ca­ğı­nı sor­du. Haz­re­ti Pey­gam­ber’in “Ema­net za­yi edil­di­ği za­man kı­ya­me­ti bek­le” de­me­si üze­ri­ne, be­de­vi ema­ne­tin na­sıl za­yi ola­ca­ğı­nı sor­du. Al­lah Re­su­lü şöy­le bu­yur­du: “İş ehil ol­ma­yan kim­se­ye ve­ril­di­ği za­man kı­ya­me­ti bek­le!” Baş­ka bir ha­dis­te ise şöy­le bu­yu­rur: “Kim bir top­lu­luk için­de Al­lah’ın da­ha çok ra­zı ol­du­ğu bi­ri bu­lun­du­ğu hal­de baş­ka bi­ri­ni gö­re­ve ge­ti­rir­se Al­lah’a, Re­su­lü­ne ve mü­min­le­re iha­net et­miş de­mek­tir.”
Bir ki­şi­nin doğ­ru se­çi­mi, bin ki­şi­nin doğ­ru se­çi­mi­dir. Se­çi­len eğ­riy­se, yö­ne­tim bo­yu­na eğ­ri­li­ğe ve zul­me mey­le­der. Al­lah Re­su­lü şöy­le bu­yur­du: “İki top­lu­luk düz­gün ol­du­ğun­da, in­san­lar da düz­gün olur. Bo­zuk ol­du­ğun­da in­san­lar da bo­zuk olur. Bun­lar bil­gin­ler­le yö­ne­ti­ci­ler­dir.”
Si­ya­set­na­me li­te­ra­tü­rü­müz bir an­lam­da bu ve ben­ze­ri ha­dis­ler­de ifa­de­si­ni bu­lan yö­ne­tim bi­lin­ci­nin çağ­lar bo­yun­ca hü­küm­dar­la­ra ha­tır­la­tıl­ma­sın­dan oluş­mak­ta­dır. Me­se­la Ebu’n-Ne­cib Süh­re­ver­dî ta­ra­fın­dan mi­la­di 12. yüz­yıl or­ta­la­rın­da ya­zı­lıp Se­la­had­din Ey­yu­bî’ye su­nu­lan Neh­cü’s-Sü­lûk fî Si­yâ­se­ti’l-Mü­lûk baş­lık­lı si­ya­set­na­me­de, dev­let baş­kan­la­rı­nın yö­ne­tim ve si­ya­set­te se­kiz şe­ye ben­ze­me­le­ri iyi olur de­nil­mek­te­dir:Yağ­mur, gü­neş, ay, rüz­gar, ateş, su, yer­yü­zü ve ölüm.
Ön­der-yö­ne­ti­ci, ta­kip­çi­le­ri­ni yağ­mur gi­bi su­lar; ge­liş­me­le­ri­nin önü­nü açar. On­la­rı gü­neş gi­bi ısı­tır. Ayı­rım­cı­lık yap­ma­yıp hep­si­ni ku­cak­lar; “ada­let ka­me­ri­nin ışık­la­rı­nı sırf seç­kin­le­re has­ret­me­yip, ay gi­bi cö­mert ve fe­yiz­li ışık­la­rı­nı her züm­re­ye ya­yar, hiç kim­se­yi ada­le­tin ber­rak ay­dın­lı­ğın­dan yok­sun bı­rak­maz.”
Ön­der-yö­ne­ti­ci rüz­gar gi­bi­dir. “Esin­ti­siy­le ci­ha­nın hiç­bir böl­ge­si­ni ih­mal et­me­yip, na­sıl ki her ta­ra­fı te­si­ri al­tı­na alı­yor­sa, dev­let baş­ka­nı da gü­zel ted­bir­le­riy­le doğ­ru ve gü­ve­ni­lir adam­la­rı va­sı­ta­sıy­la bü­tün te­baa­nın, va­li ve hâ­kim­le­rin, mu­ha­fız ve as­ker­le­rin, seç­kin hiz­met­çi­le­rin ve on­la­rın dost ve düş­man­la­rı­nın ha­re­ket tarz­la­rı hak­kın­da tam ola­rak bil­gi edi­nir, bun­lar­dan hiç bi­ri­ni ih­mal et­mez.”
Ön­der-yö­ne­ti­ci za­rar­lı ot­la­rı ayık­la­ma­da ateş gi­bi ya­kı­cı, sert düş­man­la­rı alt et­me­de su gi­bi akı­cı, sır sak­la­ma­da yer gi­bi sağ­lam ol­ma­lı­dır. Eve­rest te­pe­si­nin zir­ve­si­ne çı­kan ilk dağ­cı­lar­dan Jim Whi­ta­ker, bir da­ğın hiç­bir za­man fet­he­di­le­me­ye­ce­ği­ni söy­lü­yor­du: “Dağ fet­he­dil­mez, ken­di­ni­zi fet­he­der­si­niz sa­de­ce, ümit­le­ri­ni­zi, kor­ku­la­rı­nı­zı fet­he­der­si­niz.”
Ve ni­ha­yet, ön­der-yö­ne­ti­ci ölüm gi­bi ol­ma­lı­dır. “Na­sıl ki ölüm an­sı­zın or­ta­ya çı­kar, dün­ya­nın ge­lip ge­çi­ci lez­zet­le­ri­ne dal­mış olan ga­fil­le­ri ya­ka­lar, üs­te­lik ne ri­ca ne rüş­vet ka­bul ede­rek ruh­la­rı­nı kab­ze­dip aman ver­mez­se, dev­let baş­ka­nı da boz­gun­cu ve düş­man­la­rı an­sı­zın gaf­let­te ya­ka­la­ma­lı, kaç­ma­la­rı­na mü­saa­de ve mü­sa­ma­ha gös­ter­me­me­li­dir.”
On be­şin­ci yüz­yıl­da ka­le­me alın­mış man­zum bir fü­tüv­vet­na­me­den ön­der-yö­ne­ti­ci ve ta­kip­çi­le­ri­nin va­sıf­la­rı­na da­ir bir de­ğer­len­dir­me ile sö­zü bağ­la­ya­lım:
 
Türk ü Rûm u Kürd ü Hind u Arab
Her di­lün bil ma’ni­sin sak­la edeb
 
Her ne­yi­kim sa­na hoş gel­mez anı
Kıl­ma kim­se­ye ki yı­kar­sın di­ni
 
Sev­me­dü­gün se­ve­rin di­me sa­kın
Er olan­lar kim­se­ye ko­maz hak­kın
 
Ar­zu sed­din yı­ka gör kim put­tur ol
Kim ha­ber böy­le ge­tir­miş­dür Re­sul:
 
Ar­zu­dan­dır kim ya­vuz olur ya­vaş
Ar­zu­dan ko­par ka­mu yir­de sa­vaş
 
Pes şe­rî’at ar­zu­dan geç­mek du­rur
Bâ­tıl iş­ler­den Hakk’a göç­mek du­rur.

Paylaş Tavsiye Et