ÇOCUK havsalamın en büyülü kelimesiydi medeniyet. İlkokulda mendil ve tırnak ‘muayenesi’ yapan öğretmenlerimiz, bunun bir medeniyet gereği olduğunu söylüyor; tören konuşmalarında kendinden geçen lise müdürümüz Deli Yusuf, sorduğu anlaşılmaz sorulara cevap vermenin ‘medenî cesaret’ gerektirdiğini belirtmekten mistik bir haz duyuyordu. Devlet büyüklerimiz radyo konuşmalarında sık sık “Büyük Atatürk’ün muasır medeniyet seviyesine yükselme ülküsüne bağlılıklarını” dile getiriyor; okulda bize gizlice ‘devrimcilik’ aşılamaya çalışan abilerimiz ise, kulaklarımıza kapitalizmin medenîlik değil barbarlık olduğunu, medeniyete giden yolun sosyalizmden geçtiğini fısıldıyorlardı. Kafamda bir türlü netleştiremediğim bu karmaşıklığın üzerine, Ağrı Müftüsü Süleyman Efendi’nin “gerçek medeniyet İslamiyet’tir” sözleri tüy dikiyordu. Duruma açıklık kazandırır ümidiyle sarıldığım her kavram veya düşünce, Sisifos’un kayası gibi elimden kayıyor; kendimi yeniden tırmanmak istediğim dağın eteğinde buluveriyordum.
Necip Fazıl: Batı, Doğu, Büyük Doğu
Elimden tutan ilk hoca Sezai Karakoç oldu. Gerçi Necip Fazıl’la tanışıklığım ondan önceydi. Fakat Üstad medeniyet kelimesini pek kullanmazdı. Yazılarının leitmotifi Doğu, Batı, İslam ve Müslüman Türklüğün şairâne bir ifadesi olarak Büyük Doğu kelime ve terkipleriydi. “İdeolocya Örgüsü”nde Doğu ruhtu, Batı madde. İslam, denge nizamıydı. Asya’nın İslam’dan önceki ruhî fışkırışlarını “insanlık çapında zuhurlar kabul edemezdik: Dalgaya düşmüş 1 milyar esrarkeş, içtimaî enerji bakımından 1 kişi bile etmeyeceğine göre, Doğu’nun hele İslam’dan sonraki Brehmen, Budist ve Mecusî kalabalığını keyfiyette nazara almaksızın, sadece belli başlı bir ruh yapısı olarak göz önünde bulundurmak; ve onun, içine ve dışına doğru, hayret ve tevahhuştan başka hiçbir bakış sahibi olamayacağını kestirmek gerekir”di. Evrensel bir aksiyona yol açmak bakımından “Doğunun aslî ve galip rengi, Adem Peygamberden beri gelen Allah Resulleri ve nihayet bütün zaman ve mekânın sahibiyle İslamiyet’te gerçekleşmiş”ti. Necip Fazıl, İstanbul’dan yazan daha otoriter bir Süleyman Efendi’ydi. Düşünmek isteyene değil, inanmak isteyene hitap ediyordu.
Ne-Fe-Ka, baştan ayağa kibirdi. Ayakta alkışladığım; beni ve bütün neslimi hayran bırakan ilk ve tek ‘haklı kibir’ idi bu. Müslümanlara üst kattan bakanlara, Süleymaniye’nin minarelerinden bakıyordu. Bakmıyor, tokatlıyordu. Ne yazık ki. fikirleri hoşumuza gitse de, ‘boşumuza’ gelmiyor; ruhumuzu okşasa da, kafamızda açılan boşluğu tam doldurmuyordu.
Sezai Karakoç: İslam, İnsanlık Medeniyetidir
Sezai Karakoç’un çocuk muhayyilemde hep daha mümin ve daha mütefekkir bir portresi vardı. Necip Fazıl kadar gür sesli değildi. Ayrıca, çoğu düz yazıları, şiirindeki etki ve derinlikten uzaktı. Fakat Necip Fazıl’ın yazılarına kıyasla çok daha sıcak, öğretici ve ikna ediciydi. Hem kalbe hitap ediyordu, hem akla. Medeniyet tarihine dair okumaları daha sahiciydi ve kadîm medeniyetler arasında zaman zaman yaptığı karşılaştırmalar çarpıcıydı.
Sezai Bey, medeniyeti günümüz sosyal bilimcileri gibi hem tekil, hem çoğul anlamları içinde ustaca kullanıyordu. İkincisini esas aldığımızda bir Sümer, Mısır, Çin, Hint veya Yunan-Roma medeniyetinden söz edebilirdik. İslam medeniyeti de görünürde bunlardan biriydi.
Fakat bir de tekil anlamıyla medeniyet vardı: İnsanlık medeniyeti. Diğer medeniyetler, insanlık medeniyetinin “bir tür aranışı, tarih ve zaman içinde gerçekleştirilme denemesi” idi. Bu medeniyet, realiteden çok, bir idealdi. “Öbürleri, bu ideali ararken gerçekleşen reel medeniyetlerdir. Medeniyet ideali uzun vâdede reel oluyor, bundan da tarihî-sosyolojik medeniyetler doğuyor.” Şair reel ile ideal arasındaki bağlantıyı açıklamada zorlansa da, tasvirde hiç zorlanmıyordu: “Kimi zaman medeniyet geriliyor, kimi zaman ilerliyor, geri çekiliyor, ileri atılıyor, yana çekiliyor, öne geçiyor, arkada kalıyor, fon oluyor, ön plana çıkıyor, netleşiyor, brütlüğünü arttırıyor, nebülözleşiyor, bulutlaşıyor, sonra yağmurlaşıp yere düşüyor, kaoslar ve kozmoslar döneminden geçiyor... (Bu anlamda) medeniyet, doğaüstü bir olgu. Ama doğayı kavrıyor, tarihî-sosyolojik çizgilere ışığını yayıyor. Geçmiş medeniyetler, damarlarını yeni medeniyetlerin içine uzatıyor. İnsanlık medeniyeti, medeniyetlerin birbirine geçmeli, eklenmeli bir dokusunu sunuyor.”
Şâirâne tasvirin sonunda, iki üstadın yolu birleşiyor. Anlıyoruz ki, İnsanlık medeniyeti gerçekte İslam medeniyetidir. “İslam medeniyeti, temelde ve özde, ‘medeniyet’ dediğimiz vak’anın ta kendisidir. O yüzden bir bakıma bir idealdir. Bir bakıma da gelmiş geçmiş medeniyetlere ışık tutmuştur. ‘Hakikat Medeniyeti’ de diyebiliriz ona.”
Hakikat medeniyetinin varyasyonları olan Endülüs veya Osmanlı medeniyetleri, İslam medeniyetinin diğer medeniyetlerle karşılaştırılabilecek parçalarıdır. Bu parçalar, Toynbee’nin tasvirine uygun biçimde yükselip düşebilirler. Fakat “Vahye, Tanrı’nın birliğine dayanan İslam medeniyeti ölmez. Onun tarih içinde gerçekleşimleri olan medeniyetler ise yerlerini birbirlerine bırakmışlardır. Bu bir bayrak yarışı gibidir. Yarışı bitiren, bayrağı bir sonrakine teslim eder ve yarıştan çekilir. Ama bayrak hep yarıştadır... Bozulan, çürüyen, değişen kısımlar, zaten belirli ömrü olan kabuğa ait şeylerdir; esas ve öz bozulmaz ve değişmez.”
Cemil Meriç: Umrandan Uygarlığa
Medeniyeti tasvirden tahlile Cemil Meriç’le geçtiğimi söyleyebilirim. Kitabının İbn Haldun’dan mülhem başlığı bile dağlardan bulutlara doğru yükselmekte olduğumuza işaretti. Tunuslu bilgine göre, umran ilmi, bizi taklitten kurtaracak yegâne ilimdir. Yazılan tarih, yaşananın yerine geçen ayrı bir gerçeklik olup çıkar. Bu gerçeklik varolan düzeni haklılaştırmaya daha yatkın olduğundan, onunla başa çıkmadan düzenle mücadele edilemez.
Devrinin tarih tasavvuruyla hesaplaşmayı düzenle mücadelenin nirengi noktası sayan Cemil Meriç, kelimelerin soyağacını çıkarmakla işe başlıyordu: Civilization, kultur, temeddün, medeniyet ve nihayet umran. İbn Haldun, temeddün ile umranı ayırır: Temeddün, şehir medeniyetidir, yani haderiyet. Umrân, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: “Kültür ve medeniyet. Kültür, Almanca kokan bir kelime. Medeniyet daha maddî unsurları çağrıştırıyor; kültür ise değer ve ülküleri. Spengler bu kelimelere vuzuh kazandırmaya çalıştı: Kültür her medeniyetin başlangıcı, yaratıcı heyecanı, feyyaz baharıdır. Medeniyet ise ihtiyarlık çağı; tekrar, boş bir kalıp, kemikleşme.” Germenlerin Roma’yı dize getirmesi, “köyün şehir, kültürün medeniyet üzerindeki zaferiydi.”
Cemil Meriç yüksekten uçuyor, fakat bir türlü Bu Ülke’ye inemiyordu. Batılı düşünürlerden aktardıkları, bakışımızı keskinleştiriyor; birer narâyı andıran hükümleri gururumuzu okşuyor; fakat nereden, nasıl yola koyulacağımızı yine tam bilemiyorduk. Şu hükmü, kendisi dahil, bütün aydınlarımız için geçerliydi: “Kaynaklarından kopan bir intelijensiyanın kaderi, bir mefhûm hercümerci içinde boğulmak. Umrândan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifâde için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikîsiz bir hilkat garîbesi.”
İsmet Özel: Medeniyet Değil, Siyaset
Medeniyete dair hayallerimizi yıkan, İsmet Özel oldu. Tasarlanan ilk başlığı “Müslümanca Düşünmeye Başlangıç” olan Üç Mesele’de teknoloji küfürle, medeniyet ise nefsaniyetle özdeşti. Müslümanın kendi tanımına sahip çıkmasının yeterli olduğunu, onun için ayrıca medenî gibi bir sıfatın gerekmediğini söyleyen Özel; bir İslam medeniyeti kurmaya veya İslam medeniyetini diriltmeye yönelik çabaların beyhudeliğini vurguluyordu. “Bir kez İslam’ı medeniyet sorunu içinde kavradık mı, artık onu zaman içinde bir kategori olarak görmek ve tarihin şartları içinde değerlendirmek düşüncesine kendimizi hapsetmiş oluruz.”
Medeniyeti daha çok olumsuz göstergeleriyle öne çıkaran Özel, İbn Haldun’dan hareketle aşağıdaki hususlara dikkat çekiyordu: 1. Medeniyet sınıflaşma ve sömürüdür. 2. Medeniyet insanların madde karşısındaki zaaflarının ve maddî gelişmeye mahkûm olmalarının somutlaşmasıdır. 3. Medeniyet toplum yapısını ve insan kişiliğini bozar, kokuşturur.
Medeniyetin toplumların tarihinde zorunlu bir aşama olduğunu inkâr etmeyen şair, yine İbn Haldun’dan hareketle bu zorunluluğun herkes için geçerli olmadığını söylüyordu: “Medeniyet genelde hükmünü yürütürken, bazı insan kümeleri o medeniyetin ölümünü hazırlayacak bir sağlıklı yaşama biçimine bağlı bir hareket geliştirebilirler.”
Son olarak, İslamî mücadelenin bir medeniyet (araçlara bağlanma) mücadelesi değil, bir siyaset (araçları aşma) mücadelesi olduğunu söyleyen Özel, Rusovari bir tabiata sığınma, ilkelliği yüceltme peşinde de değildir. Temel ilkeye işaretle yetinen şair, somut bir program önermekten uzak duruyor; “müslümanın olmayan düşünce birimlerini reddetmekle kalıyor, daha öteye geçip çağımız için geçerli olacak bir İslamî kavrayışın nirengi noktalarını sunmaya yanaşmıyor”du.
Nurettin Topçu: Yeni Bir Medeniyet Özlemi
Anadolu Türklerine felsefeyi sevdiren adamı sona almamın tek sebebi, önemini diğerlerinden sonra keşfetmiş olmamdır. Kültür ve Medeniyet yazarı, yeni bir medeniyetin özlemi içindeydi. “Bu medeniyet Anadolu’dan yani güneşin doğduğu yerden doğmazsa dünyamız kararacaktır. Çünkü her taraf sislerle örtülüdür. Bize düşen Anadolu çocuğunu, içine yuvarlandığı Batı hayranlığından kurtarıp yeni doğan güneşe teslim etmektir.”
Dünyayı kaplayan sis, makineden yayılan sisti. Makine medeniyeti temel bir değere değil, kuvvete dayanıyordu. Bir zorba-esir medeniyetiydi. Medeniyeti yaratan, “her devirde yeni değerlere karşı duyulan sürükleyici aşk”tır. Çin’de Tao öğretisinden kaynaklanan ve medeniyetin harcında yer alan değerler “çalışma aşkı, tabiat ve varlığı sevmek, insanın içsel varlığını ancak tabiatla birleştirmek suretiyle ebedîliği ve sonsuzluğu yaşatmak iradesi” idi. Hint, “insanın bütün ruhî kuvvetlerini ve hatta ferdiyetini sonsuzda yokluğa kavuşturmak mefkûresini en yüksek değer halinde yaşatırken”, Mısır “tabiat ve çalışma aşkını sonsuzlukla ebedilikte kurtuluş iradesiyle birleştirmişti.” Yunan medeniyeti, tabiatın sırrına ermeye ve insanın kabiliyet ve kuvvetlerini tabiatla yan yana işletmek aşkından doğarken; Roma medeniyetine vücut veren, evrensel bir hukuk mefkûresi oldu. İslam’ı doğuran ve İslam medeniyetini bu kıtalarda hâkim kılan değer ise, yeni bir hukuk ve ahlâk aşkıydı.
Bütün bu medeniyetler bugün artık ölü medeniyetlerdir. “Medeniyetlere bu ölüm rüzgârı nereden geliyor?” Ferdî hürriyeti yok etmelerinden! “Çin’de ve Hint’te, Mısır’da ve Yunan’da, İslam dünyasında ve Asya’da zorbalıklar, medeniyeti yaratmış olan değerleri bugün çiğnemişlerdir.” Modern medeniyeti bir sınıf tahakkümü medeniyeti olarak tavsif eden Topçu, bu medeniyetin “teknik parıltısıyla gözleri kamaşan, henüz aşağılık duygusundan kurtulmamış Şark çocuklarının da, kendi millî kültürlerinin meyvesi olacak müşterek Doğu medeniyetini yaratabilecek halde olmadıklarını” söylemektedir.
İdrâk, kimlik ve teknik
Bütün bu tahlillerde üç kelime öne çıkıyor: Din, kültür ve medeniyet. Toplumsal etkileri sosyolojik incelemenin konusu edilse bile, dinin kendisi sosyolojinin konusu olamaz. Çağımızın en ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade bunu fevkalâde yetkinlikle dile getiriyor: “Dinî bir fenomen ancak kendi kademesinde kavrandığı, yani dinî bir şey olarak incelendiği durumda tanınabilir. Böyle bir fenomenin özünü fizyoloji, psikoloji, sosyoloji, iktisat, dilbilim, sanat veya herhangi bir başka incelemeyle kavramaya çalışmak yanlıştır. Bu, dindeki emsalsiz ve başka şeye indirgenemez ögeyi, yani kutsalı elden kaçırır. Elbette salt dinî fenomenler yoktur; hiçbir fenomen sadece ve münhasıran dinî olamaz. Din beşerî olduğundan, bu sebeple toplumsal bir şey, dilbilimsel bir şey, ekonomik bir şey olmak zorundadır. İnsanı dil ve toplumdan ayrı düşünemeyiz. Fakat dini bu temel işlevlerin herhangi biriyle açıklamaya çalışmak boşunadır.”
İnsanın birey ve toplum olarak varlığını sürdürebilmesi en az üç türlü hazırlığı (donanımı) gerektirir: Tabiata karşı, diğer toplumlara karşı ve (başta ölüm olmak üzere) bilinmeyene karşı hazırlık. Kaba bir tanım çerçevesi oluşturursak: Medeniyet temelde tabiat kuvvetleriyle başa çıkmaya; kültür, başka toplumlara karşı bir kimlik edinmeye; din ise bilinmeyen karşısında bir ben-idrâkine ulaşmaya dairdir. Elbette bu sözler tanımlama düzlemindedir ve uygulamada bu üç süreç iç içe gerçekleşir. Tabiatla, diğer toplumlarla ve meçhulle başa çıkma pratikte bir ve aynı uğraştır.
Bana önce medeniyetini değil, dinini söyle. Dinini (Tanrı ve ben-idrâkini) söyle, kültürünü; kültürünü (kimliğini) söyle, sana medeniyetini (tekniğini) söyleyeyim.
Paylaş
Tavsiye Et