ÖNCE Cumhurbaşkanı konuştu ve devletin bekası için gerekirse bireyin inanç alanına müdahale edilebileceğini söyledi. Sonra, yargıya açık müdahale sayılabilecek bir kararla “Şemdinli Savcısı” görevinden alındı. En son Meclis Başkanı konuştu ve devletin, milletin sahibi değil, koruyucusu olduğunu hatırlattı. Kime? Kendini milletin hizmetçisi değil, efendisi sayan bürokrasiye!
Süleyman Demirel’in 12 Eylül sonrasında bir gazeteciyle konuşmasını hatırlıyorum. (Bir ara Güneş gazetesini yöneten Güneri Cıvaoğlu muydu?) Sorulan bir soruya, kendine özgü müphemlikle şöyle cevap veriyordu Demirel: “Dünyada çok sayıda millet ve her milletin bir ordusu vardır. Türkiye’de ise bir tek ordu ve o ordunun bir milleti vardır!” Geleneksel ordu-millet anlayışının çok ötesinde, ordunun “sahip olduğu” bir milletten söz ediyordu Demirel. İktidardan düşürülmüş bir siyasetçi olarak, iğneleyici, eleştirel bir dille konuşuyordu. Bugünse, ilerlemiş yaşına rağmen iktidar zevkini yeniden tatma arayışında olduğundan, bürokrasinin Erol Taş tavrını destekliyor; hükümete aba altından sopa gösteriyor. Hükümet bütün bu olan biten karşısında ne mi yapıyor? Haziran sayımıza kadar bunu öğrenip yazacağımı ümit ediyorum!
Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin en tutucu siyasî rejimine sahiptir. Çin yenilendi, Rusya yenilendi, Doğu ve Orta Avrupa yenilendi; Türkiye hâlâ ezelî korkularıyla yatıp kalkıyor. Hâlâ, organik Türk bireyinin değil; 19. yüzyıl kafasıyla üretilmiş “mamul yurttaş”ın peşindeyiz. Bunu yüzeysel bir demokrasi kılıfı içinde meşrulaştırıp devletin ömrünü uzatmaya çalışıyoruz. Milletsiz devlet, neye ve kimlere yarayacaksa…
Mamul Yurttaşlar Demokrasisi
Fukuyama’nın liberal demokrasinin tarihin sonuna delalet ettiğine dair tezini çocukça bulsak da, demokrasinin “yurttaşların kendi kendilerini idare ettikleri rejim” olduğunu düşünmekten kendimizi kolay kolay alamayız. İyi ama, bu “yurttaşlar” nereden gelmektedir? İnsanlar yurttaş olarak doğmazlar. Bunlar mamul yaratıklardır. Kendileri için özel bir ‘din’ imal edilen mamul yaratıklar.
Ruso, 18. yüzyıl ortalarında her yurttaşın, kendisine görevlerini sevdirecek bir dine sahip olmasının yönetim bakımından çok önemli olduğunu söylüyordu. Fakat bu din tamamen medenî (sivil) bir imana dayanmalıydı: “Bunun hükümlerini tespit etmek hakkı hâkim varlığa (yani devlete) aittir. Bunlar dinî kaideler değil, toplumsal duygulardır. Bu duygular bulunmayacak olursa, ne iyi bir yurttaş, ne de sadık bir teb’a olmak kabildir. Hâkim varlık kimseyi bunlara inanmaya zorlayamamakla beraber, bunlara inanmayanları devlet sınırları dışına kovabilir. Eğer bir kimse bu hükümleri herkesin önünde kabul ettikten sonra, kalkar da bunları hiçe sayarsa, ölüm cezasına çarptırılmalıdır.”
Tekrar edelim: Tıpkı üçgen, dörtgen, daire gibi; yurttaş, yani “özgür ve eşit birey”, doğada bulunmaz; imal edilmesi gerekir. Liberal bir demokraside, devlet bütün yurttaşlarına birey muamelesi yapmak ve bütün bireylere eşit davranmak taahhüdünde bulunur. Ne var ki, bu insanlar öncelikle belirli aile ve cemaatlerin üyeleridir ve bu cemaatler etnik, sınıfsal, dinî veya kültürel bakış açılarıyla birbirlerinden ayrılırlar. Etnik, sınıfsal veya dinî cemaatler bir tercih sistemi tesis eden değerler ve davranış ölçüleri koyarlar. Kendilerini kavrayışları, bu ölçüler marifetiyle gerçekleşen insanlar, böylece kendilerini belirli bir cemaat üyeliğiyle özdeşleştirirler. Özetle, liberal yurttaşlığın tanımlayıcı vasfı olan özgür ve eşit bireylik, insan hayatını doğrudan ve hemen biçimlendiren bakış açılarına yabancıdır.
Liberal demokrasilerin temel kültür ve eğitim meselesi, daha doğrusu çelişkisi bu noktadan kaynaklanır. Demokrasi, çoğunluğun görüşüne uymak demektir. Ama, liberal demokrat devlet, bu çoğunluğu kültürel bakımdan “yaratmak” misyonunu üstlenmiştir. Liberal demokratik devletin meşruiyeti, hatta bizzat varlığı, hizmet etmekte olduğu oy sahiplerini meydana getirmedeki başarısına bağlıdır. Modern devlet, yurttaş imal etme fabrikasıdır. İmal edilen yurttaşlar da devletleri marifetiyle “kendi kendilerini idare ederler!”
Bu sivil (medenî) eğitimi topluma sunmak, daha doğrusu empoze etmekle görevli başlıca iki kurum okul ile ordudur. İnsanların cemaat yapılarına bağlılıklarını sürdürüp eğitim kurumlarına direndikleri ülkelerde, özgürlük ile eşitliğin sınırları daraltılmakta, böylece liberal demokrat devletin yerini ordu-destekli yarı demokratik rejimler almaktadır. Türkiye’de, milletin meclisi tarafından seçilen bir (Demirel’i sayarsak, iki) Cumhurbaşkanının, seçildikten sonra meclise ve millete karşı tavırları, “demokrasi” yolunda aldığımız mesafenin çok iyi bir göstergesidir!
Bu tür rejimler, sıkıştıklarında milletin ve demokrasinin karşısına ulusçu bir kisveyle çıkarlar. Ulusçu ideoloji bir ülkenin kitlelerine bu şekilde hâkim olduğu zaman toplumsal bir kuvvet olur. İdeolojiler bir kez ortaya çıktılar mı, kendilerine ait bir hayat sürerler. Bu süreçte en fazla kullanılan, daha doğrusu istismar edilen kavram ise sivil toplumdur. Doğu Avrupa tecrübesini inceleyen Llobera’ya göre, ulusçuluğun gelişmesini açıklamada sivil toplum kavramı sınıfkavramından daha uygundur. “Yükselen bir sivil toplum, ulusçu hareketlerin başarısının ön şartıdır. Son kertede, ulusçuluğun modernlikteki başarısı, büyük ölçüde ulusun dinden tevarüs ettiği kutsal vasfa hamledilmelidir. Ulus, özü itibariyle çağımızın dünyevîleştirilmiş tanrısıdır.”
Bu tanrının elçileri, ulusçu liderlerdir. On yıl önce Türkmenistan’ı ziyaret ettiğimde bunun ne demek olduğunu iliklerime kadar hissetmiştim. Bütün ülkede her fırsatta tekrarlanan “Abadancılık” (Refah ve Kalkınma) andı şöyleydi:
Halk, vatan, Türkmenbaşı.
Eziz Türkmenistan, Ata vatanım
Gurban bolsun sana bu canım-tenim!
Eger de men sana cahilce şek getirsem
Goy menim elim gurusun!
Eger de men sana dil getirsem
Goy menim dilim gurusun!
Eger de men Türkmenistan vatanıma,
Prezidentime dönüklik etsem
Onda goy menim ömrüm kül bolsun!
Türk Perestroykası Ne Zaman?
Sosyo-politik sistemler belirli uğraklarda “yenileşme krizi” yaşarlar. Bürokrasinin doğasından kaynaklanan bir krizdir bu. Esasta “rasyonel” yani akılcı, hesaba, ölçüye gelir bir sistem olan bürokrasi; bir süre sonra irrasyonel bir karakter kazanır. Yetkilendirilen bireyler, insan doğası gereği nasıl bir süre sonra hadlerini aşıyor ve bir tür “kontrol krizi”ne yol açıyorlarsa; aynı şekilde, yetkilendirilen bürokrasi bir süre sonra yetkilerini aşıyor ve kendi varlığını devlet ve millet varlığının önüne koymaya başlıyor. Bu aşamaya gelindiğinde, söz konusu sosyo-politik sistemin yenileşme ihtiyacı cevapsız kalıyor.
Bürokrasinin büyük marifeti(!), bu uğraklarda doğru soruyu sordurtmamasıdır. Gazetelerde sayfa sayfa atışmalar, televizyon kanallarında gece yarılarına kadar süren tartışmalar görürsünüz. Soru yanlış olunca, verilen cevap ne kadar doğru olursa olsun, sadra şifa olmuyor! Dost düşman herkes biliyor ki, bu topraklar üzerinde yaklaşık bin yıldır süregelen bir Türk yönetim geleneği vardır. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet evreleri, bu geleneğin üç ana halkasını oluşturur. Bu gelenek yaklaşık 200 yıldır “yenileşme krizi” yaşıyor. Yani 200 yıldır, bürokrasi doğru soruyu sordurtmuyor.
Son 200 yılın sosyo-politik reform veya müdahalelerine kuş bakışı göz atarsak, şunları görürüz: 1808 (Sened-i İttifak), padişahın birtakım yetkilerinin yerel beylere (âyanlara) devredilmesi; 1839 (Tanzimat Fermanı), gayrimüslimlerin sistem içindeki siyasî konumlarının iyileştirilmesi; 1856 (Islahat Fermanı), gayrimüslimlerin daha fazla siyasî güçle donatılması; 1876 (Birinci Meşrutiyet), padişahın bazı yetkilerinin bir meclise devredilmesi; 1908 (İkinci Meşrutiyet), meclisi çalıştırmayan padişahın hâlli ve yeni bir meclis; 1923 (Cumhuriyet), saltanattan halk idaresine geçiş; 1960 (27 Mayıs) halkın yönetime aşırı ilgisine ilk büyük tırpan; 1971 (12 Mart) ve 1980 (12 Eylül), 27 Mayıs’ın yol açtığı sol iktidar yönelişlerinin tırpanlanması; 1997 (28 Şubat), dindarların iktidar arayışlarına tırpan. Bütün bu müdahalelerin sonuçsuz, en azından verimsiz kaldığı, sadece son müdahalenin bilançosundan bellidir: 28 Şubat müdahalesi, ülkeyi Cumhuriyet tarihinin en şiddetli ekonomik krizine sürükledi; hortumcuları en yüksek iktidar makamlarına taşıdı; beş yıl içinde dış borçları ikiye, iç borçları yediye katladı.
Bürokratik müdahalelerin böylesine başarısız olması teknik bir mesele değildir. Bakışla, zihniyetle ilgilidir. Bürokrasimiz 200 yıldır doğru soruyu sordurtmuyor! Yukarıdaki bütün müdahalelerde hep şu sorunun cevabı aranmıştır: “Devleti nasıl kurtarabiliriz?” Devletin kimden kurtarılmaya çalışıldığı bir yana, sorulması gereken asıl soru şudur: “Milleti nasıl kurtarabiliriz?” Millet akıl dışı engellerden, prangalardan kurtulmalı ki üretken olsun. Etkili bir devlet, ancak üretken bir milletin omuzları üstünde yükselebilir. Omuzlara savaş açan bir devlet, “baş” olduğunu kime anlatabilir ki?
Rusya da birkaç asırdır yenileşme krizi yaşıyor. Cevaplardan biri 1917 devrimi oldu. Bürokratik elit şu gerçeği fark etmişti: Rusya’yı güçten düşüren, Japonlar karşısında bile yenilgiye uğramalarına yol açan ana faktör, “kapitalist meta ağları”dır. Rusya’yı bu ağın dışına çıkarmadıkça, güçlendirmek mümkün olmayacaktır. Bürokratik irâde böyle tecelli etmeseydi, sosyalizm “bir aydın hastalığı” olmaya devam ederdi. Uluslararası sosyalizm, gerçekte Rusya’nın ulusal kurtuluş projesiydi.
Türk bürokrasisi düşmanı dışarıda değil, içeride aradı. İçinde prangaya vurulduğumuz gerçek kapitalist meta ağlarımız yok; fakat her müdahalede ısıtıp kamuoyuna sunduğumuz hayalî irtica ağlarımız vardı. Ruslar 70 yıl sonra, kapitalist sistemden kaçışı abarttıklarını kabul edip yeniden yapılanma yoluna girdiler. Bizdeyse her ciddi yenileşme arayışı “Prezidentimize dönüklik” sayılıp tepeleniyor.
Türkçü-İslamcılarla Dertleşme
Bürokrasinin bütün yanlış müdahalelerini meşrulaştıran tılsım: Ulusçuluk. Değil mi ki efendilerimiz her şeyi “Vatanın ve Milletin” kurtuluşu için yapıyorlar; o halde nasıl itiraz edebiliriz? Ulusçuluk, dindar insanlarda bile ikinci bir tabiat haline geldi. Dini, milletleşmede ciddi bir unsur saymayan veya kendi hayatında dine yer vermeyen ulusçulara söylenecek fazla söz yoktur. Ne söyleseniz, “kellim kellim la yenfa!” Fakat hem dinî inancını ciddiye alan, hem de modern ulusçu ideolojinin büyük bir milleti asırlardır parçalamakta olduğunu, bugünse daha küçük parçalara ayrılmanın eşiğine geldiğimizi görmeyenlere ne demeli?
Babanzade Ahmet Naim, İkinci Meşrutiyet ile Cumhuriyet arası yıllarda şunları yazıyordu: “Irkçılık, bir cahiliyet devri davasıdır. Özellikle hemen hemen bütün İslam diyarı küfür diyarına dönüşmüşken buradaki bir avuç Müslümanın “ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lazım, ben Çerkezim” gibi iddia ve sebeplerle birbirlerine karşı olan sevgi ve dostluk bağlarını zerre kadar gevşetmeleri -hele düşmanlarımızın tecavüz ayağı tâ kalpgâhımıza bastığı bir sırada- cinnettir ve millî asabiyet bayrağını ellerinde tutanların aldığı mânaca da vatanperverliğe aykırıdır. Türkçülük ulularını ikiye bölünmüş görüyoruz: Birtakımı halis ‘Türkçü’, diğer takımı ise ‘Türkçü-İslamcı’dır. Halis Türkçüler yeni bir mefkûre ihdas etmek, yeni bir iman ile yeni bir kavim, yeni bir millet meydana getirmek iddiasındadırlar. Türkçü-İslamcılar ise ne serden, ne yârdan geçiyorlar. Birincilerle münakaşa etmeyi abes görüyoruz. Açıklamak istedikleri şey, açıkça dinsizlik mefkûresidir. Biz yalnız ‘Türkçü-İslamcı’larla dertleşebiliriz. Bunlar dinî imanın yanı başında bir de millî iman ikame ediyorlar.”
Dinî iman ile millî imanın (çoğu zaman Araplarda veya Çinlilerde olduğu gibi) örtüşmesi durumunda mesele yoktur. Babanzade’nin yazdığı yıllara kadar Türkler de böyleydi. Bir Avrupalı, Müslüman olduğu zaman, “Türk oldu!” denirdi. Türklük, içine girilen bir şeydi. Dinî muhtevasından koparıldıkça, içinden çıkılan bir şeye dönüşüyor.
Doğru soruyu sordurtmayan bürokrasi, bu çıkışın sosyo-politik maliyetini düşünemiyor!
Paylaş
Tavsiye Et