AK PARTİ hükümeti üçüncü yılını doldurdu ama 28 Şubat 1997’nin üzerinden daha on yıl bile geçmedi. Tıpkı 1965’te %53’le iktidara gelen AP ya da 1983’te %45 ile iktidara gelen ANAP hükümetleri üçüncü yıllarını doldurduklarında sırasıyla 27 Mayıs 1960’ın ve 12 Eylül 1980’in üzerinden henüz on yılın bile geçmediği gibi. Türkiye siyasetinin son yarım asrına damgasını vuran bu derin gel-gitlerin sıhhatli bir siyasal yapının yansımaları olduğunu söylemek zor. Öyleyse ne oluyor? Genelde bu gel-gitleri, özelde ise AK Parti’yi anlayabilmek için Türkiye’nin son bir buçuk asırda geçirdiği siyasal ve toplumsal dönüşümü doğru tahlil etmek gerek.
Ümran, Asabiyet ve Devlet
Büyük ölçekli siyasal ve toplumsal dönüşüm kuramları arasında belki de en muteber olanı İbn Haldun’un ümran kuramı. Biraz esnek bir bakış açısıyla okunduğunda İbn Haldun’un sosyal felsefesi Türkiye’deki dönüşümü açıklamada bize yardımcı olabilir. Siyasî yapıların değişimini incelerken insan topluluklarının kolektif mizacındaki dönüşümü esas alan İbn Haldun sosyopolitik var oluşu iki aşamada inceler. Toplumların son derece ‘basit’ bir hayat sürdüğü ve İbn Haldun’un bedavet diye tanımladığı ilk aşamada insanların sahip oldukları zaman ve enerji ancak aslî ihtiyaçlarını karşılamaya yeter. Ekonomik ve kültürel açıdan bunun ötesinde bir birikim, en azından kısa vadede, mümkün değildir bedeviler için. Teknik açıdan oldukça ilkel ve nispeten zor şartlar altında hayat mücadelesi verdiklerinden bedevi toplumlar sürekli teyakkuz halindedirler. Bu açıdan hem zihinsel olarak, hem de bedenen son derece dinamiktirler. Birlikte yaşadıkları diğer insanlarla sıkı bir dayanışma içindedirler. Zira bu tür topluluklarda hayat ile ölüm arasındaki yegâne çizgi bir insanın diğerine duyduğu güvenden ibarettir. İbn Haldun’un her türlü kolektif eylemin kaynağı saydığı bu dayanışma ruhu asabiyet terimi ile ifade edilir. Asabiyetin nihai gayesi ise mülktür. Yani iktidar.
İktidarın mahiyetini anlayabilmek için ümranın ikinci aşaması olan hadaret’i de tanımlamak gerek. Hadarîler hali hazırdaki iktidar sahipleridir. Daha doğru bir ifade ile iktidarın maddî ve manevî nimetlerinden nasiplenen kesimler. Bu insanlar bedevilere göre daha konforlu ve karmaşık bir hayat sürmelerine karşın, pek çok tehlikeden ve zorluktan azade oldukları için ruhen ve bedenen atıl vaziyettedirler. Hepsinden önemlisi de kolektif eylemin kaynağı olan asabiyetleri zayıftır. Dolayısıyla, sahip oldukları iktidarı ilelebet ellerinde tutamazlar. Zira iktidara aç, kendilerinden çok daha dinamik ve çalışkan bir bedevî topluluğu sırada beklemektedir. Nitekim zaman içerisinde (İbn Haldun’a göre üç nesil içerisinde) mülk hadarîlerden bedevîlere geçer. Bu süreç birkaç nesle yayılacak kadar uzun ve yavaş seyrettiği ve büyük oranda da somut değişkenlerle ifade edilemeyen sosyo-psikolojik bir mahiyet arz ettiği için kontrol edilemez. Diğer bir deyişle böyle bir siyasî değişim iradî değil zorunludur. Bunun önüne geçilemez. Mülk el değiştirince kum saati tersine döner ve yeni bir devir başlar. Zamanla (üç nesil içinde) bedevîler hadarîleşir ve iktidarı muhafaza edebilecek yetenek ve birikimden yoksun hale gelirler. Kapıda bekleyen yeni bir bedevî grup her zaman mevcut olduğu için, iktidar bu şekilde elden ele dolaşır.
Genelde maddî ve zahirî değişkenlerle inşa edilen bu kuramı günümüze uyarlayabilmek için İbn Haldun’un yirminci yüzyıldaki sadık müridi Arnold Toynbee’nin bazı bulgularına da ihtiyacımız olacak. Toynbee bedevileri proletarya kavramı ile yeniden tarif eder. Ne var ki, İbn Haldun’dan farklı olarak Toynbee dahilî ve haricî olmak üzere proleterleri ikiye ayırır. Haricî proleterler ümranın merkezinden uzakta yaşayan bedevîlerdir. Dahilî proleterler ise sosyopolitik sistemin merkezinde (in it) yaşayan ancak o sistemin parçası olmayan (but not of it), onu kontrol edemeyen kesimlerdir. Proletaryanın sahip olduğu en hayatî unsur bu dünya hayatının ötesinde mesajlar taşıyan evrensel bir dindir. Toynbee’nin hadarîleri, yani iktidar sahipleri ise ‘baskın azınlık’ (dominant minority) olarak isimlendirilir. Kolektif eylemin oluşması için mutlaka bir uyarıcıya ihtiyaç olduğunu söyleyen Toynbee bu uyarmayı meydan okuma olarak niteler.
Şimdi de bu kuramsal çerçeveyi Türkiye gerçeğine uyarlamaya ve Türkiye’nin uzun soluklu tarihsel dönüşümü içerisinde AK Parti’nin ne anlama geldiğini bulmaya çalışalım.
Türkiye’nin Bedevileri
AK Parti kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlıyor. Ne var ki, muhafazakâr demokrasi Avrupa merkezli Batı Medeniyeti’nin tarihî tecrübesinden mülhem sağ-sol (milliyetçi-sosyalist; muhafazakâr-liberal) diyalektiği içerisinde ancak anlam kazanan bir terkip. Türkiye tecrübesi söz konusu olduğunda tüm bu karşıtlıklar anlamını yitiriyor. Bunun için Şerif Mardin Türk siyasetini anlamak ve anlamlandırmak için kavramsal araç olarak merkez-çevre diyalektiğini önermişti. Mardin’in öngördüğü merkez ve çevre, Weberci yansımalarını bir kenara bırakırsak, İbn Haldun’un hadaret ve bedavet kavramlarını andırıyor. Dolayısıyla, Mardin’in önerisinden de cesaret alarak, burada AK Parti’yi Türkiye’deki bedevilerin ya da proleterlerin en büyük temsilcisi, yani proleterlerin yaratıcı azınlığı olarak tanımlayacağız. Yaygın olarak ‘merkez partileri’ olarak bilinen ANAP, AP ve DP de bir zamanlar aynı misyonu ifa ediyorlardı. DP’den AK Parti’ye, Türkiye’deki proleterlerin genel nüfusa oranı fazla değişmedi. Ancak mahiyetlerinde büyük değişiklik oldu. 1950’lerden itibaren taşradan büyük kentlere göçler başladı. Bu göçlerle birlikte haricî proletarya dahilî proletaryaya dönüştü. Yani resmen mülke talip hale geldi. Hadaretin bir parçası olmadan, hadaretin içinde yaşamaya başladı. Zaman içinde bedeviler kendi seçkinlerini yetiştirdi. Nitekim AK Parti’nin idarî kadrosunun doğum yerlerine bakıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Elbette ki, bedevilerin karşısında bir de hadariler, yani mülk sahipleri duruyor; Mardin’in tarifi ile merkez. Hadariler sayıca bedevilerden çok daha az. Bu nedenle Toynbee’nin baskın azınlık kavramı mülk sahipleri için daha doğru bir tanımlama. Demokrasi baskın azınlık için baş belası. Zira kafa hesabına dayanan demokratik sistemlerde baskın azınlığın iktidarı muhafaza etmesi mümkün değil. Tersinden okursak, mülkü ellerinde tutabilmek için baskın azınlık demokrasiyi mümkün mertebe sınırlandırmak zorunda. 1960’tan bu yana yaşadığımız demokrasi dışı müdahaleler işte hep bu paradoksun bir tezahürü.
Bugün merkezci seçkinleri teşkil eden baskın azınlığın bu vasfı kazanması 19. yüzyıla kadar geri götürülebilir. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca devam eden Osmanlı idaresindeki bürokratikleşme süreci Türkiye’de yeni bir seçkinler sınıfı doğurdu. Bu seçkinler sınıfı Batılı standartlarda iyi bir eğitim almıştı ve ülke yönetimi üzerinde söz sahibi olmak istiyordu. Kendilerini bu konuda yeterli donanıma sahip görmelerine rağmen sistem üzerinde belirleyici olmaktan uzaktılar. Dolayısıyla bu kesim için o dönemin proleterlerinin yaratıcı azınlığı tanımını kullanmak uygun olabilir. Bu proleter azınlığın, özellikle de sonraki nesillerinin sahip olduğu bir dinden söz etmek pek mümkün değil. Ancak 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin bu insanlar için aynı işlevi gördüğünü, onlara bir idealler manzumesi ve hareket çerçevesi sunduğunu söyleyebiliriz. 19. yüzyıl Osmanlı proleterlerinin seçkinlerinin mutlak anlamda baskın azınlık statüsünü kazanmaları 1908 Jön Türk devrimi ile gerçekleşti ve bu dönem 1950’ye kadar devam etti.
Muktedirler Liyakatsiz
Bugün merkez ile çevre arasında bir gerilim olduğu inkâr edilemez. Nitekim kuramımız da bunun son derece tabii olduğunu söylüyor. Kuramımız doğrultusunda gerilimin taraflarını değerlendirmeye devam edelim öyleyse. İktidara sahip baskın azınlık alışageldiği rahat ve konfor nedeniyle rehavet içinde. 19. yüzyılın sonundaki canlılık ve yaratıcılıktan eser kalmamış. Ahlakî yozlaşma, kültürel fakirlik ve entelektüel atalet bugün baskın azınlığın en göze çarpan nitelikleri. Son günlerde gündemi ziyadesiyle meşgul eden başörtüsü ve ulema tartışmalarını takip edenler baskın azınlığın temsilcilerinin bilgi birikimi ve akıl yürütme açısından ne kadar da zayıf bir durumda olduklarını açıkça görebilir. Bu bakımdan, kuramımızın da belirttiği gibi, baskın azınlık mülkü teslim etmek için hazır bekliyor. “Ne zaman tarihin farklı dönemlerinde yaşamış farklı insan topluluklarını incelemeye kalksam,” diyor Tocqueville “yönetici sınıfların yıkılışlarının pek çok nedenini görebiliyorum. Ama inanın bana, bu insanlara iktidarı kaybettiren gerçek neden, onların iktidarı yürütme liyakatini yitirmeleridir.”
Bedeviler İse Ham
Türkiye’deki proleterlerin baskın azınlığa göre çok daha iyi durumda olduğu belli. MÜSİAD henüz TÜSİAD’la boy ölçüşemiyor belki, ama düne göre çok daha iyi durumda olduğu açık. Kültürel yaratıcılık ve entelektüel birikim açısından ise bedevilerin açık ara üstünlüğü tartışılmaz. Bunu yayın sektöründen takip etmek çok kolay. Ancak kuramımızın tıkandığı bir yer var. Türkiye’nin bedevilerinin henüz hadarileşmeden dejenere olduğuna şahit oluyoruz bugün. Özellikle ahlakî bakımdan hızlı bir gerileyiş söz konusu. Kolektif eylemin en güçlü muharriki olan dinî hassasiyetler unutulmaya terkedilmiş. Daha konforun ve rahatın ne olduğunu tam anlamadan, sefahat ve konforun rehaveti bedevilerin başını döndürmeye başlamış bile.
Son merhalede kuramımızın iflas etmesinin bir nedeni var elbette: Demokratik sistem. Demokrasinin kendilerine sağladığı imkânlar sayesinde bedeviler daha mülkü hak edecek kadar olgunlaşmadan, mülkün nimetlerinden faydalanabiliyorlar. Kuramımızın iddiasının aksine, mülke olması gerektiğinden daha fazla yaklaştı bedeviler Türkiye’de. Şöyle bir tadına baktılar hadaretin. İşte bu nedenle de daha mülke hâkim olmadan, onun baş döndürücü etkilerine maruz kaldılar.
Baskın azınlık mülke layık değil artık. Bedeviler ise onu hak edecek olgunluktan henüz uzak.
Paylaş
Tavsiye Et