Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Yüzleşiyorum > Yeni Dünya’nın Yeni Türkiye’si
Yüzleşiyorum
Yeni Dünya’nın Yeni Türkiye’si
Mustafa Özel
KASIM ayında sırasıyla Michigan State, Wisconsin ve George Mason üniversitelerini ziyaret ettik. Wisconsin ile İstanbul Şehir Üniversitesi arasında bir işbirliği protokolü imzaladık; diğerleriyle muhtelif araştırma alanlarında ortak çalışma imkanlarını tartıştık. Madison şehrini görmenizi isterim. 200 bin nüfuslu şehrin mekân olarak yarısı üniversite. Bilimle sosyal hayat öylesine iç içe geçmiş ki, büyüleniyorsunuz!
Michigan ve Wisconsin’de birer konuşma yaptım: The New Turkey in the New World. Türkiye’nin yeni dünyadaki konumu ve tavrı herkesi öylesine ilgilendiriyor ki, bundan on yıl önce bile bu kadarını kimse tahmin edemezdi. Kimi hayranlık, kimi nefret, kimi de haset dolu gözlerle sizi adeta “yemek” istiyorlar.
 
Farklı Bak ve Odaklan!
Konuşmamın ana hatlarını sizlerle paylaşmadan önce, seyahatimizin son durağı olan George Mason’da Başkan Alan G. Merten’in bir yorumunu aktarmak istiyorum. George Mason son 20 yıldaki müthiş hamlesiyle Amerika’nın en gözde üniversiteleri arasına girdi. Öğrencilerin, öğretim üyelerinin ve okutulan derslerin kompozisyonu başarılı bir “çok-kültürlülük” örneği. Merten’e özetle bunu nasıl başardıklarını soruyorum. Dört maddelik bir liste sunuyor:
Farklı bakacaksınız.
Odaklanacaksınız.
İyi yer tutacaksınız (Lokasyon).
Kendinizi iyi pazarlayacaksınız
(Marketing).
 
Her bir maddeyi Sayın Başkan’la enine boyuna konuşuyoruz. Lokasyondan söz ederken kendisine Andre Gunder Frank’ın ölümünden birkaç ay önce Bilim ve Sanat Vakfı’nda yaptığı konuşmanın ilgili kısmını aktarıyorum, bayılıyor: Ünlü sosyal bilimciye, ülkelerin/milletlerin dünya tarihindeki yerini en fazla belirleyen faktörün ne olduğunu sorduğumuzda şu cevabı vermişti: Gençliğimde bunu sorsaydınız, hiç duraksamadan Structure, Structure, Structure derdim (Yapı). Olgunlaştığımı hissedince Culture, Culture, Culture demeye başladım (Kültür). Şimdi ahir ömrümde, ilk iki faktörü de göz ardı etmeden, artık Location, Location, Location (Mevki) diyorum!
Michigan ve Wisconsin konferanslarımın ana mesajı şuydu: Çağdaş Türkiye’yi mevkiinin şuuruna erdiren kişi Ahmet Davutoğlu’dur ve onun ana hatlarını çizdiği yeni Türk dış politikası Batı’da (ve maalesef Türkiye’de de) yeterince anlaşılmış değildir.
Zaman ve mekan, tarih ve coğrafya. Bunların genelde sabit veriler olduğunu düşünürüz. Zaman geçip gitmiştir, mekan da olduğu yerde durmaktadır. Davutoğlu zamanın (tarihin) hep bizimle olduğunu, mekanın ise bakış açımıza göre anlam ve değer kazandığını anlatıp durdu. Stratejik Derinlik, aklı başında Türkleri tarihî ve coğrafî derinliklerinin şuuruna vardırdı. Merten’in deyişiyle, onlara kendilerine “farklı bakmayı” öğretti.
 
Tek Kutuptan Çok Kutupluluğa
Yeni Dünya’nın Yeni Türkiye’sinin anlaşılması için, önce Yeni Dünya’nın tasvir ve tespitinde anlaşmamız lazım. Eski dünya tek kutupluydu. Çift kutupluluk bir görüntüden, bir maskeden ibaretti. Sol Kutup (gibi gözüken) Rusya, kendisine terk edilen bir alanı sömürmekle meşguldü. Ne o daha fazlasını talep edebiliyordu, ne de Sağ Kutup ona bıraktığı “dünyanın üçte birini” kapitalist sistemle bütünleştirme gücüne sahipti. Sistemin zamana ihtiyacı vardı. Rivayet edilir ki, berberi tıraş sırasında Churchil’e “Demir Perde’nin kalkışını dünya gözüyle görüp göremeyeceğini” sorar. O da çırağı gösterip, “İkimizin görmesi zor, fakat muhakkak ki şu velet duvarın yıkılışına şahit olacaktır!” der. (Amerikan Yüzyılının Sonu kitabımdaki John Lukacs’ın makalesine bkz.) Türkiye, bu “şaşı gözlere çift gözüken” tek kutuplu dünyanın edilgen bir parçasıydı. Halkına ve komşularına karşı huysuz, merkeze karşı pasif. Yurtta sulh, cihanda sulh!
Soğuk Savaş’ın sonu, bir anlamda tek kutupluluğun sonuydu. Dünya ekonomik olduğu kadar siyasal ve kültürel bakımlardan da çok kutupluluğa doğru yol almaya başladı. Yeni sermaye birikim merkezleri oluştu ve bu (yüksek nüfuslu) merkezler dünyanın doğal kaynakları üzerinde ilave baskı yarattılar. Görece gerileyen hegemonik güç (ABD), askerî kudretini öne çıkararak dünyanın doğal kaynak akışına yeni bir düzen vermeye çalışacaktı.
Soğuk Savaş’ın pasif bölgesel gücü Türkiye, yeni dönemde aktif olmaya mecbur ve mahkumdu. Fakat “tarihî derinliğe” sahip bir bölgesel güç, ister istemez küresel bir oyuncu haline geliyordu. Henüz küresel güç olmasa da, küresel bir oyuncu. Davutoğlu 1990’larda bu gelişmelerin teorisiyle meşguldü, 2000’lerde kendini uygulamanın içinde buldu.
Türkiye’nin küresel oyuncu rolünün içeride ve dışarıda sayısız gerilimlere yol açması kaçınılmazdı. Dış gerilimler sırasıyla ABD, AB ve bölge ülkeleriyle (bilhassa Rusya, İsrail ve İran); iç gerilimler ise Köktendinci Laikler, Köktenırkçı Türkçüler ve Gücün Büyülediği Dindarlar ile olacaktı. Oldu.
 
Dış Gerilimler Erken Başladı
ABD ile gerilim çok erken başladı. Irak’ı işgal etmeyi kafasına çoktan koymuş olan Bush çetesi, 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile küplere bindi. Amerikalı yetkililer ilk defa sadece sivil yöneticilerimizi değil, ordu komutanlarımızı da eleştirmeye (azarlamaya diyecektim!) başladılar. Onların gözünde Türkiye hâlâ Soğuk Savaş yıllarının pasif partneriydi ve merkezin her emrine uymak zorundaydı.
Türkiye-ABD gerilimi daha Obama başkan olmadan hâl yoluna girmeye başladı. Türkiye’nin kararlılığı ve “demokrat” Amerikalıların değişen dünyayı daha iyi okumaya başlamaları buna katkıda bulundu. (Davutoğlu’nun ABD’deki bu tutum değişikliklerini daha 2001’den öngörmesi ve siyah bir başkanın kaçınılmazlığını tahmin etmesi için bkz. Küresel Bunalım, s. 55.) ABD, Avrasya’nın coğrafî bakımdan çok uzağındaki küresel bir güç, Türkiye ise Avrasya’nın kalbindeki bölgesel güç/küresel oyuncudur. Bu iki gücün stratejik çıkarları çatışıyorsa, taraflardan en az biri yanlış hesap yapıyor demektir!
Avrupa Birliği ile gerilim için herhangi bir yeni gelişmeye ihtiyaç yoktur. Türklerin bizzat varlığı birçok Avrupalı için gerilim kaynağıdır. Ne yazık ki, kıtaların da kaderi vardır: Avrupalılar “içeride” Almanlarla yaşamaya ne kadar mecbursa, “dışarıda” Türklerle yaşamaya o kadar mecburdurlar. Son zamanlarda Avrupa basınında dozu artan “Türkiye Avrupalı mıdır, yoksa İslam Dünyası’na geri mi dönüyor?” tarzındaki sorular oportünizmin olduğu kadar cehaletin de eseridir. Avrupa küresel bir güç olmak istiyorsa, Türklerle uyumlu hareket etmek ve kendini çok-kültürlülüğe, çok-dinliliğe açmak zorundadır.
Rusya ile gerilimi her iki tarafın da şimdiye kadar iyi yönettiği söylenebilir. Ruslar yeni dönemde Çin’in yapabildiğini beceremeyeceklerini anladıkları anda çark ettiler ve yeni bir Çarlık için kolları sıvadılar. Geleceğin mücadelesi büyük ölçüde enerjiye ve doğal kaynakların bölüşümüne odaklanacağından, Rusya ile uzun vadeli rasyonel ilişkiler geliştirmeye hem biz hem de Ruslar mecburdur. Türkiye’nin Rusya ile doğru ilişkisi, AB ve ABD’nin makul olmayan taleplerini dengelemek bakımından da elzemdir.
Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerindeki gerilimin demokrasinin bir fonksiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye (veya herhangi bir Ortadoğu ülkesi) demokrat olduğu ölçüde İsrail’e anormalliğini hatırlatmaktadır. İsrail’in var olduğu günden bu yana başlıca üç tutamağı olmuştur: Askerî/teknolojik güç, “günah çıkartma arayışındaki” Batılı yönetimlerin hesapsız desteği, halka dayanmayan bölgesel yönetimler. Demokratikleşme son iki desteği zayıflatmakta ve radikal Yahudiler maço-militarizmleriyle baş başa kalmaktadırlar. Türkiye’nin yükselişi bütün hesaplarını bozuyor ve alabildiğine hırçınlaşıyorlar. Oysa bir Müslüman okyanusu içindeki küçücük Yahudi adası, Müslümanları yok sayarak varlığını sürdüremez.
Türkiye’nin bölgesel/küresel yükselişinin yol açtığı en ilginç gerilim İran ile yaşanıyor. İran nükleer kulübün dışında kalmak istemiyor ve risk alarak birinci sınıf bir bölgesel güç olmaya çalışıyor. Türkiye olmasaydı Irak üzerinde çok daha rahat hâkimiyet kuracaktı. Belki de tüm Ortadoğu üzerinde. Onun da çıkarları ABD ile hem çatışıyor hem örtüşüyor. Belki de Amerikalıların son 30 yıldaki beceriksizlikleri yüzünden, iki güç arasında olması gereken denge kurulamıyor. Fakat Çin ve Hint’in yükselişi önümüzdeki 30 yılda değişik denklemlerin kurulmasını zorunlu kılacaktır.
Türkiye bölgesel rekabete rağmen İran’ı kolluyor, çünkü kendisi de nükleer kulübe bir şekilde yaklaşmak istiyor. Fransa, enerji ihtiyacının onda dokuzunu nükleerden sağlarken, İran’ın aynı yöndeki politikasına karşı çıkıyor. Türkiye aynı tutumu takınırsa, kendi ayağına kurşun sıkmış olur.
 
İç Gerilimler Cehaletimizin Eseri
Amerikalı dinleyiciler en çok Fundamentalist Secularists lafımı sevdiler. Köktendinci Laikler, Türk devletinin mülkiyet haklarına sahiplermiş gibi davranıyorlar. Mustafa Kemal diye olağanüstü bir varlık 1920’lerde birden ortaya çıkıyor ve bu devleti, daha da önemlisi bu milleti onlar için “yaratıyor”! Bu hizipçi Narsisizm onları hâlâ gözü bağlı tutuyor ve dünyada olan bitenleri anlamakta zorluk çekiyorlar. Türk Dışişleri 2000’lerde Lübnan’daki iç olaylarla ilgilenmeye başlayıp da talep üzerine arabuluculuğa girişince, zamanın Cumhurbaşkanı “Biz laik bir ülkeyiz, Müslümanlar arasındaki kavgalardan bize ne?” diye açıklama yapmıştı. Oysa her şey bir yana, Lübnan dünyanın küçük bir modelidir; orada sayısız dil, din ve kültür bir arada yaşamaya çalışmaktadır. Arabuluculuk için Türkleri seçmiş olmaları, sistemin merkezinden umut kestiklerini; bölgenin asıl düzen kurucu gücünün kim olduğunu işaret etmektedir.
Köktenırkçı Türkçüler, tıpkı Arap ve Kürt benzerleri gibi, bu toprağa ait doğal birer varlık değil, modern çağın yapay ürünüdürler. Onlar için Araplar düşman, Kürtler ise yoktur. Olsa olsa dağ Türk’üdürler. Kâbusnâme’nin Osmanlıca tercümesindeki bir ifadeyi hatırlıyorum; gelip şehre yerleşenler için deniyordu ki: “Türklükte durmadılar, dağdan indiler.” Dağdan inmeyenler, Türklükte hâlâ ayak diretenler olsa gerek!
Alman, Fransız, İngiliz ve İtalyanların “Avrupalılığı” nasıl hiçbirinin “milli” kimliğine zarar vermiyor, aksine onları büyütüp zenginleştiriyorsa, bizim de Türk, Arap ve Kürtlüğümüz en azından “Avrupalılığa eşdeğer” bir medeniyet aidiyetiyle perçinlenmek zorundadır. Laikçi Kürtçülerin ayrı bir devlet peşinde koştukları gerçeği, bizim “Papaza kızıp oruç bozmamızı” gerektirmez. Türklük doğru mecrasında akarsa, Kürtlük baş ağrıtmak yerine, düzen kuruculuğun kapısı olur.
Gücün Büyülediği Dindarlar ifadesinin en yakınlarım arasında bile gürültü koparacağının farkındayım. Dindarlık evvel emirde manevi olanın her bakımdan üstünlüğüne inanmaktır. Fakat siyaset yaptığını zanneden bazı dindarlar maddi gücü gözlerinde öylesine büyütmektedirler ki, ağzınızla kuş tutsanız fayda vermez. Onlara göre dünyada olup bitenleri “Amerikalılar”, “Siyonistler”, “Para Babaları” öyle düzenlemektedirler ki, şu anda Türkiye Irak’ta ne yapıyorsa, Amerika istediği için yapıyordur; Demokratik Açılım bir Siyonist projedir; Soroslar istemese Türkiye hiçbir mali (hatta siyasi) adımı atamaz!
Türkiye’nin son on yılı Köktendinci Laiklik ve Köktenırkçı Türkçülük kadar, Gücün Büyülediği Dindarların da iflasıyla noktalanmıştır. Bunlar ne Türkiye ve Türkler için, ne de Kürtler ve dindarlar için dikkate alınabilecek bir söz söyleyebilmişlerdir.
Yeni Dünya’nın Yeni Türkiye’si yeni bir dile muhtaçtır!

Paylaş Tavsiye Et