Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
Muhtemel dünyanın mümkün Türkiye’si
Mustafa Özel
TARİHÇİ Lütfi Paşa, Yavuz Sultan Selim ile İbn-i Kemal arasında şöyle bir konuşma geçtiğini nakleder: “Tersaneyi üçyüz aded yapmak isterim. Tâ Hisar’dan Kâğıdhâne’ye dek olmak gerekdir ve böyle olması münâsibdir. İnşâallah niyyetim feth-i Efrenciyye’dir.” Ünlü bilginin cevabı: “Pâdişâhım, siz bir şehirde mukimsiz ki ânın velînimeti bahirdir ve bahir feth olmayınca İstanbul ma’mûr olmaz!”
Dünya öküzün sırtından balığın sırtına geçmişti. Suya hükmedenler, toprağa da hükmedeceklerdi. Osmanlının geleceği denizdeydi. Akdeniz’i “Türk Gölü” haline getiremeseydiler, Osmanlı toplum sistemi Kanunî sonrasını göremeyebilirdi. Geleceğe bakmak, her sosyal sistem için hayatî bir görevdir. Gücün mahiyet ve menşei sabit kalmadığından, her toplum geleceğin ana güç kaynağına “yatırım yapmak” zorundadır.
Her medeniyetin genişleme aracı farklıdır. Mezopotamya medeniyetinin genişleme aracı Sümer rahipler sınıfı idi, Mısır’ınki “vergi yoluyla bir ekonomik fazla meydana getiren devlet”. Klasik Yunan-Roma medeniyetinde genişleme aracı büyük-ölçekli köleliğe dayalı bir ekonomiydi; ilk dönem Batı medeniyetinde feodalizm diye tanımlanan bir askerî örgüt. Modern Batı medeniyetinin genişleme aracı ise, kapitalist şirket. Yani, sınırsız birikim peşinde koşan örgütlü sermaye.
 
Tüccar Âlimler ve Gaza Beyleri
İslam medeniyetinin genişleme aracı, öncelikle kılıç sahipleri değil, âlim-tüccar diye tarif edilebilecek kendine özgü bir insan tipiydi. Müslümanlar gerek Asya’da, gerek Afrika’da, dinlerinin yayılması için neredeyse kılıç kullanmadılar. Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık, Türklerin Müslümanlaşmasını şöyle tasvir ediyor: “Kitle halinde Müslüman olan ilk Türk kavimlerinin yaşadığı bölgeler, Türk dünyası içinde ticaretin ve şehir hayatının en ileri gittiği, Müslüman (Arap) kervan ticaretinin ve tüccar kolonilerinin uzun zamandır serpilip geliştiği bölgelerdi. Türklerin Müslüman olması, bir hükümdarın resmî kararıyla kesin ve kitlesel biçim almadan önce, uzun bir kültürel etkilenme sürecinin neticesiydi.” Nehemia Levtzion aynı sürecin Afrika’da da yaşandığını ve bu kıtanın kılıç kullanılmadan, âlim ve tüccar şahsiyetlerin gayretleriyle Müslümanlaştığını tesbit etmektedir.
Türklerin Hind ve Batı Asya (Anadolu) fetihleriyle beraber İslam tarihinde yeni bir genişleme aracı ortaya çıktı: Gaza beylikleri. Şüphesiz gaza ve gaza ruhu İslamla doğdu, fakat Arabistan yarımadası dışında İslamlaşma esas olarak yukarıda özetlediğimiz çerçevede gerçekleşti. Gaza beyleri arasında en ‘evrensel’ bakış açısına sahip olanlar zamanla sivrildi ve uzun ömürlü siyasî yapılanmaların önü açıldı. Anadolu’yu açan fatihin adı Alpaslan idi, hem alp, hem aslan. Dört dörtlük Türk. Fakat büyük bir uzakgörüşlülük ve iddiayla, oğlunun adını Melikşah koydu: hem melik, hem şah. Demek istedi ki, benim soyum hem İran’ı yönetecek, hem Arap âlemini!
Osmanlılar bu anlayışı sürdürüp geliştirdiler. Bu yeni genişleme aracının üç temel dayanağı vardı: Evrensel (cihanşümul) bir dünya görüşü, bir iddia, bir hayal. Aşıkpaşazâde bu hayali şöyle vasfeder: “Osman kim uyudı düşında gördi kim bir dervişin koynından bir ay doğar gelür Osman Gazi’nin koynına girer. Bu ay kim Osman Gazi’nin koynına girdiği demde göbeğinden bir ağaç biter. Dahi gölgesi âlemi dutar.” Gölgesi dünyayı kaplayan Osmanlı sultanları Türkçe’nin yanısıra Arapça, Farsça ve Rumca ünvanlar kullandılar: Hakan, şah, padişah, sultan, halife ve kayzer gibi. Hem bütün tebaalarını kucakladılar; hem önceki düşünce, inanç ve yönetim geleneklerinin kendilerinde birleştiğini ihsas ettirdiler.
İkinci temel dayanak, merkezî bürokrasi idi. Bir saat dakikliğinde işleyen bu bürokratik yapı ilhamını İran (belki Çin) geleneğinden almış, ona İslamın ruhunu büründürmüştü. Bu yapıda yükselmenin temel şartı liyakat idi. Başarıya odaklı bir siyasi sistem başka türlü ayakta tutulamazdı. Üçüncü dayanak ise, mükemmel eğitilmiş ve çağın en ileri teknoloji ve tekniklerini kullanan bir orduydu. Kısaca, ilim ve siyaset mükemmel bir füzyon yaşayarak, çağın en ileri sosyo/politik-askerî örgütlenmesini meydana getirmişti.
İslam toplumları 18’inci yüzyıl ortalarına kadar büyük bir alana hükmeder oldular. Osmanlı, Safevî ve Babür Devletleri bu tarihlerden itibaren ‘gerilemeye’, Avrupa devletleri ise ‘yükselmeye’, bilim, ekonomi ve giderek askerî alanlarda bütün diğer ‘kıtalara’ söz geçirmeye başladılar. Ve 19’uncu yüzyıl sonlarında bütün yerküreyi kendi hükümleri altına aldılar. Küreselleştiler. Avrupa medeniyetinin küreselleşmesinde siyasî ve askerî odaklar ne kadar önemli rol oynamış olursa olsun, hakiki genişleme aracı kapitalist şirket idi.
Kapitalist şirketin tarihsel misyonu, süre-zamana hükmetmek yoluyla servet yaratmaktı. Osmanlıların gücü karşısında, onlar gibi mekânda genişlemeyi tercih edemezlerdi. O halde, zamanı sıkıştırıp, dar bir mekânda daha fazla servet ve o servetle daha fazla maddî güç elde etmenin yolunu bulmalıydılar! Kapitalist sanayi medeniyeti, bir bakıma Avrupalıların Osmanlı meydan okumasına verdikleri tarihsel cevaptır. Gerçekliği eşit, homojen birimlere ayırmak suretiyle, kendilerini çevreleyen dünyayı “hesapladılar ve denetim altına aldılar.”
Ne var ki, hiçbir hesap ilelebet tutmaz, hiçbir denetim sonsuzca sürmez. 20’nci yüzyılın ikinci yarısı, Asya’nın doğudan başlayarak ‘yükselmesine’ tanık oldu. Bu yükselişin genişleme aracı devlet miydi, şirketler mi? Rivayetler muhtelif. Konu üzerinde fikir üretenleri başlıca beş gruba ayırabiliriz: Piyasacılar, kültürcüler, devletçiler, bağımlı-gelişmeciler ve dünya-sistemciler.
 
Serbest Piyasanın Marifetleri
Neoklasiklere göre hızlı uzun-vadeli ekonomik büyümenin anahtarı etkin kaynak tahsisidir. Buna ulaşmak için, fiyatların doğru belirlenmesi, yani serbest piyasadaki arz/talep şartlarına bırakılması gerekir. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin sorunu, onların ithal-ikameci sanayilerinin yapısal bakımdan oligopolistik olması, dolayısıyla fazla kapasite, verimsizlik, yüksek kâr oranı ve düşük ürün kalitesiyle malül bulunmasıdır. Hükümetler altyapı ve eğitim gibi az sayıdaki “kamu malları” dışında ekonomide rol oynamamalı, piyasaların serbestçe işlemesine engel çıkarmamalıdır.
Gelenekle Modernliği Bağdaştırmak
Kültürel yaklaşım, kültürü ekonomik gelişmenin biricik faktörü haline getirmekten çok, kalkınma politikası tercihlerinin kültürel arkaplanlarını aydınlatmaya çalışmaktadır. Yani araştırmacılara değer, tavır ve uygulamaların gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkilediğini görebilecekleri bir referans çerçevesi sunmaktadır. Bu anlamda, kültürel yaklaşım neoklasik yorumla çelişmemekte, onu tamamlamaktadır.
Kültürel ekol, klasik modernleşme ekolünün birkaç temel varsayımını revize etmektedir. Modernleşme ekolü, modernlik ile geleneğin iki karşıt kavram olduğu görüşünden yola çıkıyordu. Ülkelerin geriliği, geleneksel kültürel değerlerinin pençesinden kurtulamamalarına dayanıyordu. Mesela, Doğu Asya’nın ekonomik geriliği büyük ölçüde, tüccara kaş çatan ve üretken olmayan faaliyetlerden elde edilen kazanca şüpheyle bakan Konfüçyen gelenek yüzündendi. Kültürel ekol, bu katı yaklaşımı yumuşatıyor, gelenekle modernliğin yanyana yaşayabileceğini; geleneğin kalkınmaya destek olabileceğini ileri sürüyordu.
Kültürel bakış açısından, Doğu Asya’nın başarılı ekonomilerinin ortak paydası Konfüçyen gelenektir. Gilbert Rozman, bu bölgede bir çeşit “kitle Konfüçyanizmi” ile “elit veya tüccar Konfüçyanizmi”nin yanyana geliştiklerini ve bunların eğitim ve öğrenim, küçük aile işletmeciliği, şirket yönetimi ve devlet hizmetleri hususlarında Batı’dakinden farklı vurgular yaptığını söylemektedir. “Konfüçyanizm insanlara sadece bir takım metinleri ezberletmemekte, öğrenmeyi nasıl öğreneceklerini belletmektedir. Ayrıca, ekonomik gelişmeye dost olan bir takım ahlâkî ilkelerin (gayret, fedakârlık, tatmin erteleme...) içselleştirilmesini sağlamaktadır.”
Batı felsefesinin bireyciliği öne çıkarmasına karşılık, Konfüçyanizm ‘aileciliği’ vurgulamakta ve aileyi toplumun en önemli kurumu konumuna getirmektedir. Aile, bir nevi şirkete dönüşmekte ve aile girişimciliği Doğu Asya ekonomilerinin bel kemiği haline gelmektedir.
Ne var ki, kültürel yaklaşım, Doğu Asya’da Konfüçyanizmin değişik biçimlerinin ortaya çıktığı özgül tarihsel bağlamları ve jeopolitik şartları göz önüne almamaktadır. Japon ıslahatçılar Meiji döneminde niçin Konfüçyenliği Şintoizm ve imparator kültüyle harmanladılar? Milliyetçi Parti, 1949’da Tayvan adasına sürüldükten hemen sonra, Çin millî kültürünü yeniden inşâda niçin Konfüçyenliği ‘kullandı’? Güçlü bir Konfüçyen mirasa sahip olan kıta Çin’i, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sanayileşme yerine niçin Komünizme yöneldi? Ayrıca, kültürel yaklaşım Konfüçyanizmin etkisinin zamanlamasını da açıklayamamaktadır. Konfüçyanizm Kore’de asırlardır yaşıyor. Niçin sadece son 30 yılda ekonomik başarıya yol açtı?
 
Kalkınmanın Motoru Devlet midir?
Devletçi yaklaşım, neoklasik bakış açısının eleştirisi olarak ortaya çıktı. Serbest piyasaları, özel girişimciliği, ticaretin serbestleştirilmesini ve devletin rolünün sınırlandırılmasını değil; yerel ve uluslararası piyasa kuvvetlerinin ehlileştirilmesinde ve bunların ulusal amaçlar uğruna kullanılmasında devlete stratejik bir rol düştüğünü ileri sürmektedir.
Devletçi yaklaşım, kalkınmayı piyasanın mı yoksa devletin mi sağladığı tarzındaki basit ayırımın ötesine gitmekte, piyasa oryantasyonu ile devlet müdahalesinin uygun bileşiminin ne olabileceğini araştırmaktadır. Temel meselesi şudur: Devlet-ekonomi karışımıyla en uyumlu toplumsal ve siyasal kurumlar nelerdir? Cevap şu oldu:
1. Geçkalmış olan Doğu Asya firmaları, teknoloji rantına sahip ve dolayısıyla yüksek kâr elde edebilen Batılı firmalarla rekabet etmek zorundaydılar. Teknolojiye sahip olmak ile onu ithal etmek veya çalmak arasında kapatılması imkânsız bir fark vardı. Bu büyük dezavantajı bertaraf etmek için, Doğu Asya firmaları gelişmeci devletin himmetine muhtaçtılar.
2. Gelişmeci devletin temel önceliği ekonomik büyüme, üretkenlik ve rekabetçiliktir. Eşitlik veya sosyal refah mülahazaları ikinci plana itilmekte veya ertelenmektedir. Gelişmeci devlet sosyalist karakterli olmadığından, özel mülkiyete ve piyasaya bağlılık gösterir. Ancak, bu piyasa stratejik sanayi politikasını formüle eden devlet idarecileri tarafından yakından yönlendirilmektedir.
3. Geç sanayileşme ikili bir “sübvansiyon ve disiplin” politikası içermektedir. Birinci Sanayi Devrimi laissez-faire anlayışına, ikincisi bebek sanayilerin korunmasına dayanıyor idiyse, üçüncüsü sübvansiyonlara dayanıyordu. Devlet stratejik sanayi firmalarını sübvanse ediyor, fakat aynı zamanda onları disiplin altına alıyordu.
4. Doğu Asya devletlerinde yüksek derecede bürokratik özerklik mevcuttur. Memurlar çoğunlukla liyakat esasına göre göreve getirilmekte (meritokrasi) ve devleti yönetenler arasında güçlü bir birlik ve misyon duygusu bulunmaktadır.
Neoklasik perspektif nasıl transnasyonal şirketlerin ulusal pazarları açma ve oralarda serbestçe yatırım ve ticaret yapma amaçlarını haklılaştırıyor idiyse, devletçi yaklaşım da Doğu Asyalı yönetici ve planlamacılarının koruma ve müdahale arayışlarını haklılaştırıyordu.
 
Temel Sorun Emperyalizmdir!
Klasik bağımlı-gelişme yaklaşımı, (yukarıdaki neoklasik ve kültürel yaklaşımları da içeren) modernleşme okulunun eleştirisi şeklinde ortaya çıktı. Bu yaklaşıma göre, gelişmekte olan ülkelerin temel sorunu serbest piyasadan, Konfüçyanizm veya stratejik devlet planlamasından yoksun olmak değil; emperyalizmin, yabancı tahakkümünün altında bulunuyor olmaktır. Batı dünyası ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkiler faydadan çok zarar getirmektedir. Mevcut şartlar altında, bu ülkelerle Batılı sanayi ülkeleri arasındaki gelişme farkının makul bir sürede kapanması söz konusu değildir; aksine, fark giderek açılacaktır.
Doğu Asya’nın “kumanda kapitalizmi” etkin kaynak tahsisini değil, ihracat başarısını hedefliyordu. Bu yüzden, devletin kamu kaynaklarını ucuz kredi ve sübvansiyon tarzında büyük şirketlere aktarması ve ücretleri piyasa değerinin altında tutma yönünde baskı uygulaması kaçınılmaz oldu. Büyük şirketlerin çevre tahribine de çoğu kez göz yumuldu. Ancak, bu uygulamalar sürdürülebilir değildir.
Dünya-sistem tahliline göre, kapitalist sistem merkez-çevre kutuplaşmasına dayanmaktadır. Çevreden merkeze sürekli bir değer aktarımı yapılmakta; dolayısıyla, merkez ile çevrenin iktisadî güçleri arasındaki fark gün geçtikçe açılmaktadır. Sistemin bu temel çelişkisini kontrol altında tutan bir dizi çevrimsel ritim vardır. Bunların en önemlileri, 50-60 yıllık Kondratieff çevrimleri ile 100-150 yıllık hegemonya çevrimleridir. Birincisinde temel kâr kaynağı üretim ve finans alanları arasında yer değiştirmekte, ikincisindeyse küresel düzenin garantörü yerini bir başka hegemona bırakmaktadır. Çevrimsel ritimler, birikim ve güç odaklarında önemli coğrafî kayışlara yol açmakta, fakat sistem dahilindeki temel eşitsizlik ilişkilerini değiştirmemektedir.
Dünyanın çoğu bölgelerinde bu safhalar, önceki genişleme devrine kıyasla bir gerileme, bir kötü devir olarak algılanır. Fakat, herkes için kötü değildir bu safha. Bazı büyük kapitalistler münferit birikim düzeylerini yükseltmeyi becermiş olabilecekleri gibi, üretim faaliyetlerinin kaydırılma ihtiyacından ötürü dünya sistemi içinde özel bir bölge müthiş bir gelişme gösterebilir. 1970’lerin başlarında böyle bir kayma için en uygun dört ülke şöyle sıralanıyordu: Meksika, Brezilya, Güney Kore ve Tayvan. Fakat 1980’lerde Latin Amerikalılar listeden çıkarıldı, 1990’lara doğruysa Doğu Asya’nın yükselişinden söz eder olduk. Aşikârdır ki, Doğu Asya Kondratieff B-safhasındaki coğrafî yeniden-yapılanmadan aslan payını alan bölge oldu.
Bu bölge niçin seçildi? Birinci sebep jeopolitiktir. Kapitalist sistem, Rusya ile Çin’i çembere alacak bir güvenlik bölgesine muhtaçtı. Brezilya veya Meksika’ya yatırımları kaydırmanın ekonomik getirisi olsa bile, politik katkısı fazla değildi. İkinci sebep demografiktir. Bölge nüfusu o kadar yüksektir ki, hem ucuz işgücü, hem talep gücü kapitalist sermayeye çekici gelmektedir.
 
İhanetin Ekonomi Politiği
Bu çerçevede Türkiye’nin son 50 yılına baktığımızda karşımıza büyük sermayenin ve bürokrasinin ihaneti çıkıyor. Ağır bir kelime ‘ihanet’, farkındayım. Gelin o halde yukarıdaki beş madde kapsamında Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirelim ve ihanet yerine daha uygun bir kelime kullanıp kullanamayacağımıza karar verelim.
Türkiye’de bürokrasi ile ‘büyük’ sermaye suç ortağı olageldiler. Bunu Braudelyen anlamda, “kapitalist sistemi oluşturmada devlet ile sermayenin bir tür füzyon yaşaması” tarzında söylemiyorum. Kapitalist deneyim gayr-ı adil, fakat ‘üretken’di. Türkiye tecrübesi katmerli gayr-ı adil, üstüne üstlük verimsiz oldu. Ne devlete yaradı, ne sermaye sınıfına. 1980, 1994, 2001 bunalımlarını göz önüne alırsak; ekonomik krizlerin hem ortaya çıkış süreleri azalıyor, hem şiddetleri artıyor. Ve her krizden sonra, ‘fukaralaşan’ sermaye sahiplerini yeniden zenginleştirmek için devlet üzerinden yeni bir ‘plan’ uygulanıyor.
Piyasacılar, Doğu Asya’nın ekonomik yükselişi için şu dört maddeden söz ediyorlardı: 1. Teşvik sisteminde istikrar. 2. Sınırlı hükümet müdahalesi. 3. İyi işleyen emek ve sermaye piyasaları. 4. Özel sermayeye dayanmak. 1980’li yıllarda Türkiye’de son derece cömert bir teşvik politikası izlendi, fakat verilen teşviklerin hesabı sorulmadı. Disiplinsiz sübvansiyon sistemi! Mesele bir ekonomik gelişme meselesi olmaktan çok, döviz darboğazını aşma meselesi olarak görüldü. Kısa vadede döviz problemi çözüldü, fakat ülke 1990’larda daha kapsamlı bir problemin kucağına itildi. (Ekonomi politikte bütün şipşak çözümler uzun vadeli problemlerin kaynağı olurlar!)
Devlet, piyasacılara 1990-2000 arasında yaklaşık 100 milyar dolar katkıda bulundu! Sınırsız hükümet müdahalesi sayesinde oldu bu: Hazine, %15-50 arası ‘reel’ faizlerle borçlanmaya başladı. Dünyanın hiçbir ülkesinde ve tarihin hiçbir döneminde böyle bir çılgınlık yaşanmamıştır. Ekonominin özel sermayeye dayanması bir yana, özel sermaye topyekün devlete dayanır hale geldi. Bunu “piyasa mantığı” içinde değerlendirmek mümkün değildir. İhanetin ekonomi politiği yazılsa birgün, Türkiye bölümünde aslan payı bu uygulamaya ayrılacaktır.
Soygun bugün dört nala devam etmektedir. Enflasyon oranlarında eksi rakamların telaffuz edildiği, döviz kurlarının düştüğü bir ortamda Merkez Bankası’nın faizleri %45-50 arasında tutmakta akılalmaz bir inat göstermesi (ve bunun İMF tarafından eleştirilmemesi), TÜSİAD’da kümelenen büyük sermaye gruplarının bu hususta Merkez Bankası başkanını destekler görünmesi, soygunun taraflarını da ifşa etmektedir.
1990-2000 arası on yılda devletin piyasacılara 100 milyar dolar aktardığını söyledik. Bu darbe, daha önce başlatılmış militarist karakterli bir darbenin üzerine tüy dikti: PKK ile savaşma ‘görüntüsü’ altında, 1985-95 yılları arasında Türkiye’ye en az 100 milyar dolar kaybettirildi. Tuhaftır, bu iki rakamın toplamı, şu anki iç ve dış borçlarımızın toplamına eşittir. Türkiye’yi kimlerin ‘gayr-ı mümkün’ hale getirmeye çalıştığını iyi anlarsak, belki bir çıkış yolu bulabiliriz.
 
Geri kalmışlığın Sorumlusu Din Değil, Devlettir!
Kültürcüler Max Weber’den beri hep aynı teraneleri okuyup duruyorlar: İslam ve doğu dinleri ekonomik gelişmeye engeldir! Bernard Lewis anlaşılmaz (yani gayet anlaşılır!) bir inatla, İslamın demokrasiye de engel olduğunu yazıp duruyor. Son elli yılda yapılan tarih araştırmaları dinin ekonomik gelişme bağlamında neredeyse nötr diyebileceğimiz bir işlev gördüğünü ortaya çıkardı. Din, din olarak, ekonomik gelişmeyi sınırlı ölçüde teşvik edebilir veya aşırı gelişmeye bir ölçüde set çekebilir. Mesela ortaya çıkış dönemlerinde İslamiyetin veya Budizmin ekonomik gelişmeyi engelleyici hiçbir olumsuz yanları olmamıştır. Her iki din de ticaret yolları boyunca yayılmış, tüccardan büyük destek görmüşlerdir. Ekonomik ‘geriliği’ ortaya çıkaran din değil, siyasettir. Daha doğrusu, sosyo-politik örgütlenme tarzı. Nasıl ki aynı dine inanan her toplumdan aynı başarı ve istikrara sahip siyasî örgütlenmeler çıkmıyorsa, aynı dinin mensuplarından da eşit ölçüde başarılı ekonomik örgütlenmeler çıkmaz.
Konfüçyanizm 1950’lere kadar ekonomik gelişme ve modernleşmenin önündeki en büyük engel sayılıyordu. Fakat bir yandan Japon ‘mucizesi’, diğer yandan Doğu Asya ve Çin ‘kalkınması’ analistlerimizi 1990’lara doğru Konfüçyanizmi önemli bir ekonomik değer saymaya yöneltti. Son on yılda, bu öğretinin geniş bir insan kitlesini nasıl girişimci veya örnek işgören haline getirdiğini anlatan düzinelerce kitap yayımlandı. Hakikat şu ki, ekonomik gelişmeyi planlayan ve uygulayan/uygulatan Japon ve Çin devlet yapıları idi. Elbette Japon (şimdi de Çinli) girişimciler ve onların inançları bu süreçte önemli bir rol oynadı. Fakat belirleyici olan devletlerdi, din değil.
Ekonomik gelişmede devletin rolünü öne çıkaran iktisatçılar Doğu Asya’nın bir tür “Alman modeli” uyguladığını söylemeye getiriyorlardı. Almanlar da 19’uncu yüzyıl ortalarında ‘kalkınma hamlesi’ne başladıklarında siyasî otoritenin önderliğine muhtaçtılar. Tıpkı daha önceki yüzyılların İngiliz ve Felemenk devletleri gibi! (Merkantilizm tercih değil, kaderdi.) Almanlar büyük yatırım bankalarını öne sürüp, sanayi yatırımları için gerekli finansmanı sağladılar. Doğu Asya ülkelerinde bu işi daha ziyade maliye bakanlıkları üstlendi. Japonya’nın 1990’lara kadar en önemli iki kurumu MITI ile MoF idi: Birincisi sanayi ile dış ticareti birbirine bağlayan Dış Ticaret ve Sanayi Bakanlığı; ikincisi Maliye Bakanlığı. Çinliler ise finansman kaynağını diasporada buldular. Ülke dışında yaşayan yaklaşık 60 milyon Çinli, her yıl ülkelerine 50 milyar dolarlık yatırım yapıyor.
Yatırımcılar kapitalist, Çin yönetimi Komünist. Nasıl oluyor bu iş? Eğer hem siyasî elit, hem de ekonomik elit “Çinliliği” öne alıyorsa, bal gibi olur. Çinliliği öne almak, bir tarafın siyasî emellerinden, diğerininse ekonomik çıkarlarından vazgeçmesi demek değildir. Tam aksine, burada iki tarafı da güçlendirici yeni bir ‘misak’ söz konusudur. Siyasî seçkinler biliyor ki, topyekün ekonomik gelişme sağlanamazsa, Çin’i bir arada tutmak mümkün değildir. Doğu ve güney bölgeler kapitalist sistemle bütünleşip zenginleştikçe ‘ayrılıkçı’ ideolojiler serpilip gelişecek ve er geç ülke bölünecektir. Ekonomik seçkinler biliyor ki, Çin dünyanın son ucuz emek deposudur. Bu büyük depo hiç değilse çeyrek yüzyıl tepe tepe kullanılıp büyük kazançlar sağlanabilir. Bu süreçte Çinliler topyekün zenginleştikçe de bu sefer alım gücü yüksek bir müşteri kitlesi ortaya çıkmış olur ki, ikinci çeyrek yüzyıl için hiç de fena bir ortam olmaz.
 
Türkiye İçin Yeni Bir Misak
Mümkün Türkiye, yeni bir misakın eseri olacaktır. Bu misakın tarafları Çin’dekinden farklı değildir: Siyasî elit ve yeni girişimci zümreler. Siyasî elit, bizzat halk tarafından seçilmiş insanlardan ziyade, sivil-asker bürokrat, büyük sermaye zümreleri ve bazı ‘aydın’lardan oluşmaktadır. Seçilmişler ya bunlarla işbirliği içinde mevcut egemenlik sistemini pekiştirerek günlerini gün ediyor; veya sistemi az çok düzeltmeye teşebbüs edip, onlar tarafından (dışarıdaki gerçek efendilerin talimatları doğrultusunda, pek tabii) alaşağı ediliyorlar. Yani ya negatif (=millet aleyhine) işbirliği, ya pozitif, sınırlı kapışma. Bu konumlar, yeni ekonomik ve jeopolitik gerçeklikler karşısında, artık sürdürülebilir değildir. Üçüncü ve güç verici bir konum kaçınılmazdır. Türkiye’nin mümkün olması isteniyorsa, pek tabii.
Yeni ekonomik gerçeklik, karşımıza takatten düşmüş bir siyasî elit (devlet) çıkarıyor. Halktan topladığı vergilerin üçte ikisini, sermaye sınıfını ayakta tutmak için harcamak zorunda kalan bir elit. Yeni jeopolitik gerçeklik, karşımıza kafası karışık bir siyasî elit çıkarıyor: Elli yıl ‘yanaşmalık’ yaptığı süpergücün emperyal emelleri karşısında, müseccel emperyalist Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan bir elit. Mümkün Türkiye, bu iki gücün (AB ve ABD) kendi aralarındaki kapışmayı üstün bir diplomasiyle kendi lehine çeviren; bu arada kendi bölgesinin toparlayıcı gücü haline gelebilen Türkiye olacaktır. Bunu yapabilmesi, öncelikle içeride verimli bir ekonomik düzen kurabilmesine bağlıdır.
Devletler, en dinamik toplum zümrelerine dayanabildikleri, onlarla kader birliği edebildikleri ölçüde güçlenirler. Mümkün Türkiye’nin devleti hem dinamik girişimcileri öne çıkarmak, ekonomide oluşan finans kaynaklarının önemli bir bölümünü bunlara kullandırmak; hem de Çinlilerin yaptığı gibi, ülke dışında oluşan birikimleri iç ekonomiye çekip yine bu girişimcilere kullandırmak zorundadır. Bunu başarabildiği ölçüde Türkiye ‘mümkün’ olacaktır.
Küçük işletmeler dünyanın her yerinde ekonominin belkemiğidirler. ABD’den Almanya’ya, Japonya’dan İtalya’ya kadar bütün sanayileşmiş ülkelerde, ekonomik değerin yarıdan çoğunu onlar üretir, istihdamın en az yarısını onlar temin ederler. Bunu yapabilmeleri için elbette finansmana ihtiyaçları vardır. Söz konusu ülkelerin hepsinde, ülkenin finans kaynaklarının en az üçte biri bunlar tarafından kullanılır. Bu oran Türkiye’de %3 bile değildir. Türkiye bunun için müflis Türkiye’dir. Mümkün Türkiye olabilmesi için, bu lanet çemberini kırmak zorundadır. Devlet buna önayak olmadığı için, kendi belini kırmış durumdadır.
Yurtdışı kaynaklara gelince, aynı basiretsizlik ve önyargılarla büyük bir fırsatın kaçırıldığını üzülerek belirtmeliyim. Daha ziyade ‘Alamancı’ yurttaşlarımızın birikimleriyle kurulan ‘çok ortaklı şirketler’, birkaç istisna ile, kapkaççıların elinde kaldı. Devlet basiretli davranıp, işin başından itibaren yurttaşına sahip çıksaydı; bu şirketleri denetleyip, onlara yönetim desteği verseydi; bu yolla ekonomiye milyarlarca dolar yatırım sermayesi çekilir, Türkiye İMF gibi borç tahsildarlarına mahkûm olmazdı. Çok ortaklı şirketleşme (halk dilinde holdingleşme) aslında 19’uncu yüzyıl ortalarındaki Alman yatırım bankalarının işlevini görecekti. Bürokrasinin anlayışsız, büyük sermayeninse sinsi muhalefeti bu girişimi (şimdilik) sonuçsuz bıraktı. Gelişmelerine katkıda bulunmak yerine, “Yeşil sermayeci bunlar, suç işlesinler de tepeleyelim!” dediler. Tepelenen açıkgöz haramiler değil, halk oldu. Oysa, Handy’nin hayalini kurduğu cemaat-şirket modeli serpilip gelişebilirdi.
Başa dönecek olursak, Türkiye’nin mümkün olması, genişleme aracını doğru seçmesine; daha önemlisi, bu seçimin kendine ait olmasına bağlıdır. Başkalarının tercihiyle yürünen yolun sonuna geldik.

Paylaş Tavsiye Et