Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
Hepimiz Ermeni miyiz?
Mustafa Özel

HEP aynı yöne doğru gitmeyi ‘ilerleme’ sayanların karşısına bir duvar çıktığında ezberleri bozulur; ne yapacaklarını şaşırırlar. Biraz geri gelip, arabayı yeniden yola koymaktan başka çareleri yoktur. Fakat geriye dönmeyi ‘gericilik’ sayanlar için, bu basit işlemi yapmak olağanüstü zordur. Kendilerine dünyanın yuvarlak olduğunu; ilerlemek için mutlaka belirli bir yöne gitmenin şart olmadığını bir türlü anlatamazsınız.
Bir ilkokul çocuğu bile artık kavrıyor ki, Türkiye’nin ulus-devlet serüveni bir çıkmaz sokağa girmiş, ırk veya kavmiyet duvarına toslamıştır. Türklüğün ve cumhuriyetin “ilelebet payidar” olmasını istiyorsak, biçime değil öze önem vermek; ulusluk prangasından kurtulmak zorundayız. Ulusluk elbisesi Türk milletine dar geliyor.
Biraz daha açalım: Mevcut toplum/devlet sistemimiz dışa doğru Ermeni, içe doğru Kürt meselesiyle yüz yüzedir. Bu iki meseleyi de güç kullanarak çözmek mümkün değildir. Tarihçi Cemal Kafadar’ın ifadesini ödünç alırsak, Osmanlılar karşılaştıkları toplulukları “bizimsiyordular.” Ulusçuluk bizimseme değil, ya ötekileştirme ya da asimile etmektir. Bir ara cadde ve duvarları kirleten sloganla: “Ya sev ya terket!”
Türkiye Cumhuriyeti’ni krizdeki aydınlar kurdu. Siyasi kriz, fikrî kriz, inanç krizi. Kriz aydını, el yordamıyla hareket eder. Bulduğu ilk çözümlerle yetinmek zorundadır. El yordamıyla bulunan çözüm, zamanla kendi bürokrasisini oluşturur. Ve bürokrasi biraz güçlenince “Devlet benim!” demeye başlar. (Kendini devletle bir tutmak, sadece despot Fransız krallarına özgü bir sapkınlık değil!)
Devlet benim diyen bürokrasi, yeni aydın nesillere, doğru soruları yasaklar. Belirli meseleleri tartışamaz, hatta adını bile koyamazsınız. Bunu kendi varlığı için gerekli gördüğünden, devletin ayakta kalması için zorunlu sayar. Türkiye’de ulusluk işte böyle bir süreçte kutsallaştırıldı ve tartışma dışı bırakıldı. Sonuç? Harbiye’den Yenikapı’ya kadar uzanan 100 bin kişilik kalabalık topluca bağırıyor: Hepimiz Ermeni’yiz!
Hepimizin Ermeni olmadığını biz de biliyoruz, Ermeniler de. Ermenistan diye bir devlet var ve arzu eden Ermeniler gidip orada yaşayabilir. Keza, istesek de istemesek de yakın bir zamanda Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti veya yeni Irak’ın özerk Kürt ünitesi kurulmuş olacak. Arzu eden Kürtler gidip orada yaşayabilir. Ya arzu etmeyenler? Sloganik cevap hazır: Gitmeyeceksen, Ermenilik veya Kürtlükten vazgeçecek; Türk olacaksın!

Türk Olmak Ne Olmaktır?
Bu cevap rahatlatıcı gibi gözükse de aslında son derece problemlidir. Her şey ‘Türk’ ile ne kastedildiğine bağlıdır. Mesela, Türklük, Oğuz boyundan gelen bir kan akrabalığı şeklinde tanımlanırsa, Ermeni veya Kürt (aynı şekilde Boşnak, Arnavut veya Arap) nasıl Türk olacaktır? Türklük siyasi bir çerçevede tanımlanırsa, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık sadakatiyle bağlı herkesi Türk kabul etmek; fakat soy farkını da gönülden benimsemek gerekecektir. Yani Türklüğü bir soy değil, siyasal bir bilinç sayacağız.
Türklük siyasal bilinç ise, Türkiyelilik ile eşanlamlı olacaktır. Modern devlet anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti ‘sınırları’ içindeki herkes T. C. vatandaşı, dolayısıyla Türk’tür. Buradaki Türk, pratikte Türkiyeli demektir. Oysa son zamanlarda ulusçularımızı en fazla tedirgin eden kavram da budur: Türkiyelilik.
Türklüğü daha farklı bir bilinç tarzında tanımlayabilir miyiz? Mesela tarihdaşlık Türklük için bir temel teşkil edebilir mi? Evet dersek, bu bizi doğrudan Osmanlı mirasına götürür. Osmanlı’ya dair gerçeklerin Cumhuriyet okullarında hâlâ nasıl bir toz bulutu içinde okutulageldiğini ise çok iyi biliyoruz.
Hülasa, devlet olarak modern tanıma yanaşmıyor, tarihdaşlığı benimsemiyor ve sadece kaba gücümüzü göstermek istiyorsak, işimiz zor demektir. Güç kullanma arzusuna göz kırpan emperyal merkezler de yok değil. Fakat onların Ortadoğu üzerindeki hesaplarıyla ‘Türklerin’ hesabı bir değil. En az 19. yüzyıldan beri biliyoruz ki, emperyal güçler mizaç bakımından asla değişmezler. Onlarla ilkeli işbirliği mümkün değildir. Tek meseleleri, devletlerinin “yüce menfaatleri”dir. İkinci Abdülhamid bunu çok iyi kavramıştı. İşte İngilizlerle ilgili tespitleri:
“Büyük devletler arasında en fazla çekinilmesi icap eden İngilizlerdir. Çünkü onlarca söz vermenin hiçbir kıymeti yoktur. Daha 1881 senesinin Kasım ayında Lord Granville, İngiltere’nin Mısır siyasetini değiştirmeyeceğini, bizim fermanımızda yazılı olanların muteber kalacağını söylemişti. 1882 senesinin Temmuz ayında Amiral Seymour İngilizlerin Mısır’ı zaptetmeyi veya herhangi bir şekilde Mısırlıların haklarını gasbetmeyi düşünmediklerini açıklamıştı. Aynı zamanda İstanbul’daki İngiliz sefiri Dufferin, İngiltere’nin Mısır’da bir imtiyaz istemediğine, hatta ticari imtiyaz sahibi olmayı dahi düşünmediğine dair bize teminat vermişti. Ağustos ayında İngiliz askeri Mısır’a girdiğinde, General Wolseley bunun, Hidiv’in otoritesini muhafaza maksadıyla olduğunu açıklamıştı. Fakat dönek Albion (İngiltere) verdiği sözleri çabuk unuttu. Mısır’daki yüksek komiserimin nüfuzunu kırmak için sistemli bir şekilde çalıştı. Sonunda âciz kaldık.”
Albion döneklik eder de, Galya ve İtalya ondan geri kalırlar mı? “Fransızların bütün bunlara ses çıkarmadan seyirci kalmalarına hayret ediyorum. Mısır’daki hakimiyetimizi devam ettirebilmek için çok çetin bir mücadele vermiş bulunuyoruz. Babıâli İngiltere’nin karşısında çok güç bir vaziyette kalmıştır. Fransızların her defasında İngiltere’yi iltizam etmeleri ise şayan-ı teessüftür. Barthelemy Saint-Hilare, benim Mısır’da halifelik hakkımı kullanmamı istemiyordu. Çünkü bu takdirde Kuzey Afrika’da, bilhassa Tunus’taki nüfuzunu kaybetmekten korkuyordu. Bu sebeple pek büyük bir hata işleyerek İngiltere’nin görüşlerini müdafaa etmişti. Bugün de aynı şekilde İngiltere’yi iltizam ederek Sudan’a mukabele etmemize mâni olmaktadır. İtalya’ya gelince, Bingazi’nin cazibesine dayanamadığından daima İngiltere’nin yanında yer almaktadır. Türkiye’ye yapılan Haçlı Seferleri henüz durmuş değildir. İhtiyar ve geveze Gladstone, Papa İkinci Pie’nin izinde gitmektedir.”
Sadece muhafazakâr Gladstone değil, sosyalist Tony Blaire, nasyonalist Sarkozy, muhafazakâr-liberal Merkel de Papa İkinci Pie’nin peşinden gitmektedir. Bunu herkes biliyor ve her fırsatta dile getiriyor. Bizim için asıl soru şu: Osmanlı dahil kendi tarihinden kaçanlar gerçekte kimin peşinden gidiyor?

“Atam İzindeyiz!” Masalı
Peşinden gidilen, Mustafa Kemal değildir. Korku ve yanılsamaların peşinden gidiliyor. Atatürk etiketi kimi zaman belirli zaafları örtüyor, kimi zaman çıkarları. Bir devlet kurucusu, ölümünden 70 yıl sonra bile tekelci emeller uğruna istismar edilebiliyor.
Tarih, geçmişte yaşamış olduklarımızdan çok, gelecekte yaşamak istediklerimizi yansıtan bir kurgudur. Goethe için Napolyon “muhteşem bir şahsiyet” idi. Hegel, Fransız generali Jena’da gördüğü zaman, “evrensel ruh”un at üzerinde şehrin sokaklarında dolaşmakta olduğuna kanaat getirmişti. Modern tarihçiliğin üç üstadı (Ranke, Droysen ve Burckhardt) da Napolyon’un eser ve tesirini “o güne kadarki en büyük hadise” olarak resmediyorlardı. Bütün bunlar, Avrupalıların geleceğe yönelik tasarımlarını yansıtıyordu. Her şey, nihayette güçlü Avrupalı milli devletlerin kurulması için olup bitmişti!
Bizim tarihle münasebetimiz ise utangaçlık ve korku ile iç içeydi. Monteskiyö’nün hiçbir ilmî değeri olmayan “Doğu despotizmi” yaftasını düşünmeden benimsemiş, tarihten ne kadar koparsak “milli devletimizi” o kadar kolay kurabileceğimize inanmıştık. Kemal Tahir, bu kolaycılık ve sahteliği yüzümüze vuran ilk ciddi romancıdır. “Milli Devlet”in yıllarca sansürüne uğrayan Yorgun Savaşçı şu sarsıcı ifadeyle başlıyor: “Siz benim geçmişi aradığımı sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Ben sizin geleceğinizi aramaktayım.”
Devlet Ana’da ise, Marksçı kuramcıları şaşırtan bir tutumla, Osmanlı devletini sınıfsal baskı uygulayan bir aygıt yerine kerim devlet olarak tavsif ediyor, romanın yazılış nedenini ise şöyle açıklıyordu: “Altı yüz yıl geriye gitmemin sebebi, Anadolu Türk insanımızın temel cevherini tarihsel gelişiminin çok önemli bir dönemecinde tutup incelemek, meydana vuracağı özelliklerden, günümüzün ve geleceğimizin zorluklarının çarelerine sağlam dayanaklar bulmaktır. Bu çareler, Anadolu Türk insanını, Batı için geçerli kalıplara dökerek, yabancı genellemelerle açıklamaya çabalayarak bulunamaz.”
İnsanoğlu ya geçmişi mitleştirir, ya geleceği. Yapılması gereken, yaşanabilir bir gelecek için, yaşanmaya değer geçmiş tecrübeleri ilmin ışığında incelemektir. Resmî ideoloji yakın geçmişimizi bütünüyle karalamak, Batı tarihini ise bütünüyle yüceltmek suretiyle, sağlıklı bir gelecek tasarımını imkansızlaştırmıştır. Kemal Tahir’in resmî ideolojiye bakışını Halit Refiğ çok güzel özetliyor:
“Kemal Tahir, resmî ideolojiyi ‘bağımsız milli devlet’ esasından çıkarıp, ‘Batı’ya bağımlı toplum’ haline getirmeye çalışanlara, Kemalizm’i de bu şekilde yorumlayanlara karşıydı. Ona göre Batı’nın göz kamaştırıcı zenginliği ve teknolojik gelişmişliği büyük bir sömürü düzeninin sonucuydu. Türkiye’nin Batıcıları Batı’nın dünya sömürüsüne iştirak edemedikleri için, devleti kullanarak iç sömürüye girişmişlerdi. Eğer resmî ideoloji, Atatürk adının arkasına sığınarak, devleti hırsız takımının ele geçirmesi ise, Kemal Tahir bu ideolojiye karşıydı. Devleti kullanarak milleti soymanın adına liberalizm denen bir ülkede, liberallerin de Kemal Tahir’den hoşlanmamaları gayet rahat anlaşılabilir. Türkiye ekonomik bakımdan bir kapkaççılık, entelektüel bakımdan ise hapçılık döneminden geçiyor. Komprime ve kolay algılanabilir bilgilere dayanıp günübirlik yaşanılan bir ortamda Kemal Tahir’in hazmı çok zordur.”
Romancıya göre, Osmanlı tarihinden alabileceğimiz en büyük ders, verimli fakat sömürüsüz bir toplum düzeninin mümkün olabildiğiydi. Bunun için, yabancılara, özellikle dış sömürü güçlerine (emperyalistlere) değil, kendi insanımıza dayanmayı bilmeliydik. Emperyalizm, ‘çevre’ niteliği taşıyan sözde milli devletlerin iktidar kadrolarının istekleriyle örtüşür. “Bu nedenle gerçek milli isteklerle emperyalist talepler çoğu zaman birbiriyle karışık bulunur, daha da korkuncu emperyalist oyunlar milli isteklerden daha milli görünür. Bu görünüşü sağlayabilmek için önceden hazırlanmış tabular kullanılır. Bütün tabular namussuzluktur.”
Kemal Tahirleri okumak, kendimizi yeniden keşfetmektir. Kendimizi keşfedince göreceğiz ki, Ermenilik de bizim bir parçamızdır. Türk olmak; Arap, Kürt, Boşnak veya Arnavut gibi Müslüman unsurları kapsadığı gibi; Rum veya Ermeni gibi gayrimüslim unsurları da kapsamaktadır. Müteveffa Hrant Dink, bir toplantıda ABD’de okuyan oğlu Arat’ın 11 Eylül saldırılarından sonra “sırf esmer olduğu için” Amerikan polisinden dayak yediğini söylüyor ve sözünü şöyle bağlıyordu: “Biz gâvursak da, sizin gâvurunuzuz! Amerikan gâvuru bizi Müslümanlarla bir tutuyor!”
Ulusluk, toplumları homojenleştiriyor ve dolayısıyla karşı-uluslukları haklılaştırıyor. Osmanlılık bağlamındaki Türklük ise “bizimsiyor” ve ortaya bir kavmiyet meselesi çıkarmıyordu. O çağlarda hepimiz Ermeni, hepimiz Arap, Kürt veya Arnavut idik; çünkü yaşayan bir Türk Milleti vardı. (Türk kelimesi fazla kullanılmıyor olsa da, vardı!) Ermeniler, Ermeniliklerini Türkçe üzerinden sürdürebiliyorlardı. İhsan Fazlıoğlu, birkaç yıl önce ABD’de tanıdığı 80 yaşlarında bir Ermeni’ye “Nasıl bu kadar güzel Türkçe konuşabiliyorsunuz?” diye sorduğunda, adeta azarlanmış ve şu cevabı almıştı: “Sen ne diyorsun arkadaş? Dilini bilmeyen, dinini de bilmez!” Necip Fazıl’ın dizelerini (biraz değiştirerek) hatırlamanın vaktidir:

Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti
O güzel Türkler güzel atlara binip gitti


Paylaş Tavsiye Et