Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Avrupa Birliği dışlayıcı geleneğini aşabilecek mi?
Muzaffer Şenel
ARALIK ayı yaklaştıkça Türkiye’de heyecan artarken, Avrupa kamuoyu da giderek hareketleniyor. Tarihi-psikolojik korkular ile stratejik tercihler arasına sıkışıp kalmanın doğurduğu gerilim Avrupalıların tüm tavır ve tepkilerine sinmiş durumda. Kararı verecek olan siyasi irade, Türkiye’nin az zamanda kat ettiği mesafe yüzünden sıkıntılı günler geçiriyor. İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktür Türkiye’yi AB’ye değil, AB’yi Türkiye’ye muhtaç kılıyor. Bu nedenle AB, Türkiyesizliğin kendisine olacak maliyetini hesap etmekte zorlanıyor. Özellikle 11 Eylül sonrası ABD’nin tek taraflı müdahaleciliğine karşı stratejik kayıpları artan AB’nin, Irak’ın işgali sırasında sergilediği aciz tutum, gücünün sınırlarını göstermesi bakımından önemli. Küresel siyasette sonucu etkileyebilen bir aktör konumuna gelemeyen AB’nin ayağa kalkması ve yeni açılımlar yapabilmesi, özellikle Türkiye ile olan ilişkisine bağlı. AB’nin küresel güç oyununda etkin rol oynayabilmesi için üç şart bulunuyor: Asya bağlantısı olması, çok-kültürlü olması ve yakın çevresindeki krizleri çözebilme kabiliyeti taşıması. AB’nin bu üç şartı yerine getirebilmesinin anahtarı, gerek jeostratejik gerekse kültürel bakımdan, Türkiye’dir. Türkiye’nin Avrupa’nın yakın çevresi ile siyasi, stratejik, ekonomik, en önemlisi kültürel bağları ve tarihsel sorumluluğu her iki tarafı da birbiri için vazgeçilmez kılıyor. Fakat 1990 sonrası dönemde giderek artan ABD hegemonyası, Türkiye’yi AB için daha elzem hale getirdi. Bu nedenle Aralık’ta nasıl bir karar çıkarsa çıksın -evet veya hayır- şundan artık emin olabiliriz ki; durumdan en az zararlı çıkacak olan Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, Dışişleri Bakanı Gül’ün ifade ettiği gibi, tam üyelik görüşmelerine başlamanın ön koşulu olan Kopenhag Kriterleri’ni karşılama konusunda ‘kritik eşiği’ aşmış durumdadır.
Avrupa, tarihinin en zor ve stratejik kararlarından birini verme arifesinde. Bu nedenle zihinler bulanık; zira AB sadece bir kurumsal yapıyı ifade etmiyor artık. AB, tarihten bugüne tevarüs eden Batı medeniyetinin klasik temsilcisi konumunda. Antik Yunan’la başlayan bu gelenek, Roma ve Ortaçağ skolastik Hıristiyan düşüncesiyle devam etti; Reform ve Rönesans hareketleri ile sarsıntı geçirse de, Aydınlanma felsefesinin pozitivizm süzgecinden geçerek bugüne ulaştı. Avrupalılık bilincini besleyen bu kaynaklar kuşatıcı olmaktan ziyade dışlayıcı özellikleri ile öne çıkıyor. Antik Yunan, Roma ve Hıristiyan geleneğinin modern formlarda yeniden üretildiği Avrupalılık düşüncesi, AB Anayasası’nın oluşum sürecinde tarihsel refleksleri yeniden harekete geçirdi. Avrupalılık bilincinin neleri içerdiği tartışılırken, ortaya çıkan argümanlarda Türkiye’ye yapılan göndermeler dikkat çekiciydi, fakat şaşırtıcı değil. Dikkat çekiciydi; çünkü Türkiye’nin AB’ye üyeliği yolunda ciddi kararların alınacağı zamanlarda Avrupa’da yaşayan Müslümanlar -sadece Türkler değil- üzerinden mesajlar gönderildi. Bunun son örneğine Fransa’daki laiklik tartışmalarında şahit olduk. Fas, Pakistan, Cezayir veya Afganistan asıllı Avrupalı Müslümanlar üzerinden Türkiye’ye gönderilen mesajlar, aslında Avrupalıların Türkiye’ye bakışını gözler önüne seriyor.
1492’de yaşanan Endülüs trajedisi, Aydınlanma Çağı’nın çocukları tarafından modern dönemde 1939-45 sürecinde yeniden üretilerek sahneye kondu. İlkinde kurbanlar Müslümanlar ve Yahudilerdi. 447 yıl önce Müslümanları soykırıma tâbi tutan kıta, 1939 yılında kaldığı yerden devam ederek aynı şeyi, habis ur olarak gördüğü Yahudilere uyguladı. Hayatta kalmayı başaranların büyük çoğunluğunu da Filistin’e ihraç ederek onlardan kurtulma yolunu seçti. Kimin, niçin ve nasıl yaptığı belli olmayan 11 Eylül trajedisinin sorumluları olarak gösterilen Müslümanların, genelde Batı medeniyeti içinde özelde Avrupa’da yaşadıkları sıkıntılar, karşılaştığı sorunlar da işte bu dışlayıcı geleneğin doğurduğu sonuçlardır.
Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılanan Avrupa bütünleşme hareketinin en önemli amaçlarından biri de, ortak Avrupalılık bilincini geliştirmekti. Ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee Avrupalılık bilincinin ilk ortaya çıkış tarihi olarak 1683 Viyana Kuşatması’na işaret eder. Toynbee’nin deyimiyle Avrupa’nın ötekisi Türklerdi. Çünkü Türk demek Müslüman demekti. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa kendini tanımlarken ve Avrupalılık bilincini kurgularken, kendi varoluşunu ötekisi ile anlamlandırıyor. Ötekisini kuşatmaktan ziyade dışlayan bir geleneğe sahip olan Batı medeniyeti bugün Türkiye’ye karşı aynı reflekslerini harekete geçirmiş durumda. Başarılı bir tarihsel sistem tecrübesi olarak karşımızda duran AB’nin geleceği de bu dışlama hastalığından kurtulmasına bağlı.
Yaşanan bu travmanın farkında olan siyasi karar alıcılar Kıbrıs üzerinden yaptıkları bir hamle ile travmanın kötü sonuçlarını minimize etmeyi amaçladılar. Rumların engeline takılan bu girişimde pek de samimi olmadıkları 24 Nisan sonrası süreçte ortaya çıkmış bulunuyor. Retorikten öteye geçmeyen ve sembolik birkaç adımdan ibaret kalan AB girişimlerinin Aralık ayına kadar nasıl şekilleneceği merak konusu. Zira Rum gazeteleri AB ve ABD’nin Eylül ayıyla beraber yeni girişimlerde bulunacağını yazmaktalar.
Bu nedenle Türkiye-AB ilişkilerini şekillendiren temel saikler stratejik olduğu kadar tarihsel ve psikolojiktir. Stratejiktir; çünkü küresel ekonomi-politik güç dağılımında etkinliğini artırmak isteyen iki gücün ilişkisidir. AB, Aralık ayında vereceği karar ile tercihini ortaya koyacak; ya küresel güç olma iddiasını güçlendirecek ya da ABD gölgesinde rüştünü ispat etmeye çalışan yaramaz çocuk rolüne devam edecek.
Türkiye-AB ilişkileri, tarihsel arka planla şekillenmiş bir zihniyetin psikolojik tepkileriyle/travmalarıyla örülmüş durumdadır ve örülmeye devam ediyor. Vatikan Dinsel Öğretiler Kurulu Başkanı Kardinal Joseph Ratzinger’in Türkiye’nin üyeliğine itiraz etmesi bu tarihsel ve psikolojik arka planı göstermesi açısından önemlidir. Ratzinger’in muhalefetindeki temel argüman iki nokta üzerinde yoğunlaşıyor: Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve tarihsel olarak ‘farklı’ olanı temsil etmesi. Kardinal’in 1683’ü hatırlatması ve Balkanlar’daki Osmanlı hakimiyetinden rahatsızlığını dile getirerek, Avrupalılık bilincine vurgu yapması dikkat çeken diğer noktalardı.
Zaman zaman şiddet içeren formlara dönüşen bu hastalıklı dışlayıcı zihniyetin tüm hastalıklar gibi tedaviye ihtiyacı olduğu muhakkak. Zira dışlayıcılıktan kuşatıcılığa geçemeyen AB’nin geleceği belirsiz kalmaya devam edecektir. AB, aynı zamanda geleceğini de belirleyecek olan tarihî tercihi Aralık ayında yapacak: Ya kuşatıcı küresel güç olma yolunda ilk adımı atacak ya da geleneksel dışlayıcı anlayıştan kopamayarak “yaşlı kıta” topraklarına kendisini ve geleceğini hapsedecektir.

Paylaş Tavsiye Et