Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
AB’nin samimiyeti sınanıyor
Muzaffer Şenel
TÜRKİYE ile AB arasında 1959’dan bugüne yaşanan kurumsal ilişki normal seyrinde devam ederken, bazen her iki tarafın da uluslararası ortamın koşullarına ve kendi iç siyasî gelişmelerine paralellik arz edecek şekilde bu ilişkiyi gerilimli hâle getirdiğine şahit olduk. Eylül 2004, bazen gerilimli, bazen de normal bir seyirde süregiden Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin 45 yıllık serüveninin bu inişli çıkışlı tablosunu net şekilde görebildiğimiz bir ay oldu.
AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon üyesi Günter Verheugen’in 6-9 Eylül tarihlerinde Ankara, Diyarbakır, İzmir ve İstanbul’u kapsayan Türkiye gezisi sırasında yaptığı açıklamalar, raporunu 6 Ekim’de açıklanması beklenen Komisyon’un tarihinde Türkiye’ye yönelik en cesaret verici açıklamalardı. Türk Ceza Kanunu (TCK) konusunda AKP’nin -daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ın- son dakika manevrasıyla sağladığı garanti ise ümitleri 17 Aralık’a taşımaya yetti. Geldiğimiz noktada durum istikrara kavuşmuş görünse de, Eylül ayı içinde yaşanan gelişmeleri doğru anlamak önemli. Zira 17 Aralık bir bitiş değil, bir başlangıç.
 
TCK-Ermenistan-Kıbrıs
Ayın ilk günlerinde olumlu seyreden ilişkiler, AB normlarına yaklaştırılması için geniş kapsamlı değişiklikler içeren TCK’ya, özellikle de zina konusuna endekslendi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül arasında 14 Eylül’de varılan mutabakat gereğince zina ile ilgili maddelerin gündeme gelmeyeceği konusunda anlaşma sağlanmıştı. 14 Eylül’de olağanüstü toplanan TBMM, yasa tasarısını hızlı bir şekilde görüşmeye başladı. 343 maddesi kabul edilen yasa tasarısının yürütme ve yürürlük hükümleri olan son iki maddesine gelindiğinde hükümet yasa tasarısını Adalet Komisyonu’na geri çekti. Bu gelişme zamanlaması bakımından çok kritikti; zira, AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi’nin Kafkasya gezisine ve 4-5 Ekim tarihlerinde İstanbul’da yapılması planlanan AB-İKÖ toplantısında KKTC’nin hangi statüyle yer alacağı tartışmalarının yapıldığı döneme denk gelmişti. Başbakan Erdoğan’ın inisiyatifi ile geri çekilen yasa tasarısı bir anda Türk basını tarafından dış olaylardan bağımsızmış gibi algılanarak AKP içi güç mücadelesi olarak lanse edilmeye çalışıldı.
Erdoğan’ın çok sert bir üslupla dillendirdiği “içişlerimize karıştırmayız” söylemi bir anda AB ile ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Avrupalı siyasî karar alıcılar Türkiye’yi eleştiren demeçler vermeye başladılar ve 6 Ekim’de açıklanması beklenen Komisyon Raporu’nun, TCK’nın, özellikle de zina maddesinin kaderine göre şekilleneceği hususunda Ankara’yı uyardılar. Ankara da, Kopenhag Kriterleri haricinde ek kriter veya ön şart kabul etmeyeceğini açıkladı. Prodi’nin Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan gezileri sırasında bu ülkelere “siz bizim artık yeni komşularımızsınız” demesi olumlu hava yaratırken, Ermenistan gezisi sırasında Türkiye-Ermenistan sınırı konusunda “kapalı sınırlar konusunun, Türkiye’nin AB üyeliği için gerekli ön koşullardan biri olabileceğini göz ardı etmediğini” söylemesi Ankara’da, Ermenistan sorununun, Brüksel tarafından AB’nin yeni ön koşulu olarak öne sürülmeye çalışıldığı kuşkusu uyandırdı. Ayrıca Türkiye’nin KKTC’nin AB-İKÖ toplantısına, İKÖ’nün 14-16 Haziran 2004 İstanbul Zirvesi’nde Annan Planı’nda geçtiği şekliyle “Kıbrıs Türk Devleti” sıfatı ile katılmasını istemesi, Kıbrıs Rum Devleti ve Yunanistan’dan tepki gördü. Yunan tarafının baskıları sonucu AB’nin olumsuz tavır takınması ve Türkiye’den geri adım atmasını istemesi, ilişkileri gerginleştiren asıl sorunlar oldu. Türkiye, Kıbrıs konusunda iki yıldır uyguladığı süreç diplomasisi ile elde ettiği tüm kazanımların kaybı anlamına gelecek olan geri adımı atmayı reddetti. Ne var ki gelişmelerin görünen yüzüne odaklanan ve sadece zina meselesine kilitlenen medyatik akıllar, tasarının geri çekilmesi ile doğan krizin AKP tarafından bir iç siyaset malzemesi olduğu kadar AB ile bir pazarlık unsuru olarak da kullanılmak için kurgulanmış olabileceğini değerlendirmekten çok uzak kaldılar.
Karşılıklı tartışmaların ve restleşmelerin hemen ardından 23 Eylül’de Brüksel’de Başbakan Erdoğan’ın Verheugen’le görüşmeleri sonrasında düzenledikleri basın toplantısında, Verheugen’in “masanın üzerinde herhangi bir engel kalmadı” sözleri tam üyelik müzakerelerin başlaması için AB’nin Kopenhag Kriterleri haricinde yeni kriterler ve ön koşullar sürmeyeceği anlamına geliyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, müzakerelerin başlaması için ön koşul bulunmadığı anlamına gelen bu açıklamaların müzakere sürecini kapsamadığıdır. Müzakere sürecinde farklı koşullar ve ön koşullar öne sürülebilir. Bu noktada Türkiye’nin AB üyeliğini değerlendirmek için, Bağımsız Türkiye Komisyonu Başkanı, Finlandiya Eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’nin Avrupalı devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanları ve Avrupa komiserlerinden oluşan topluluğa, AB’nin Türkiye’den üyelik ile ilgili istekleri konusunda anlattığı şu fıkra müzakere sürecinin tahmin edilenden çok çetin geçeceğinin işaretlerini veriyor:
AB kapısındaki ilk adaya soruyoruz, “İlk atom bombası ne zaman atıldı?”
– “1945 yılında…”
– “Tamam bildiniz, içeri buyurun.”
İkinci adaya soruyoruz, “İlk atom bombası nereye atıldı?”
– “Hiroşima’ya...”
– “Tamam siz de bildiniz, içeri buyurun.”
Türkiye’ye soruyoruz, “Atom bombasının atıldığı Hiroşima’da kaç kişi öldü ve ölenlerin isimlerini alfabetik sırayla söyleyiniz...”
 
Komisyon Raporu
6 Ekim’de açıklanacak Komisyon Raporu, bir karne niteliğinde olan İlerleme Raporu’ndan çok daha önemlidir. Dışişleri Bakanı Gül’ün deyimini kullanarak tanımlarsak bu, “kritik eşik” raporu. Rapor özellikle Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması için Kopenhag Kriterleri’ne uyum konusunda yaptıklarını, 1999 Helsinki Zirvesi’nden günümüze kadar geçen 5 yılı dikkate alarak değerlendirecek. Ayrıca Komisyon, Türkiye’nin AB’ye maliyetinin ne olacağı konusunda bazı tahminlerde bulunacak. Bu konuda raporun içeriğini tahmin etmemizi kolaylaştıran en önemli belge Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun 6 Eylül’de Viyana’da açıkladığı rapor. “Avrupa’da Türkiye-Bir Sözden Fazlası mı?” başlıklı belge, AB Konseyi’nin Aralık’ta alacağı kararın katılım müzakerelerini başlatmaya yönelik olduğunu vurgularken, Türkiye’nin üyeliğinin en erken 10 yıl içinde gerçekleşeceğine dikkat çekiyor. Türkiye’yi tarihi ve kültürü ile Avrupa’yla iç içe geçmiş Avrasyalı bir ülke olarak tanımlayan rapor, “Türkiye’nin tam üyeliğine yönelik itirazlar adaylık statüsü verilmeden önce dile getirilmeliydi” diyerek, artık bu söylemi dillendirmenin çok geç kalınmış bir tepki olduğuna işaret ediyor. Raporda müzakerelerin başlamasında yaşanacak herhangi bir gecikmenin AB’nin inanırlılığını zedeleyeceğini belirtmesi kayda değer diğer bir gelişme.
AB zirvelerinden çıkan kararlar Komisyon raporuna göre şekillendiği için raporun en önemli işlevi, Aralık zirvesinde müzakerelere başlaması için AB Konseyi’ne yeşil ışık yakmasını tavsiye edecek ya da “Türkiye Kopenhag Kriterleri yerine getiremedi, getirse bile onu AB’ye kabul edemeyiz” diyerek Türkiye’ye kırmızı ışık yakacak olması. Bu nedenle Komisyon raporu önemli.
 
Kopenhag Kriterleri
1989-91 arasında Demir Perde ülkelerinin birer birer Sovyetler Birliği’nin uydusu olmaktan çıkıp demokrasi ile tanışmaları, Avrupa bütünleşme hareketinin genişlemesi için yeni fırsatlar doğurdu. Merkez ve Doğu Avrupa (MDA)’da oluşan güç boşluğunun askerî kanadı NATO vasıtasıyla giderilmeye çalışılırken, siyasî ve ekonomik boşluk alanının demokrasi ve serbest pazar ekonomisi ile doldurulmaya çalışıldığına şahit olduk. MDA ülkelerini Avrupa’nın bir parçası olarak gören anlayış çerçevesinde inşa edilen yeni Avrupa söylemi, 23 Haziran 1993’te yapılan Kopenhag AB Zirvesi’nde tam üyeliğin kriteri haline getirildi. Kopenhag Kriterleri olarak bilinen ve siyasi, ekonomik ve diğer kriterler olarak üç ana başlık altında toplayabileceğimiz bu kriterler tam üyelik için olmazsa olmaz şartlar haline geldi. Ekonomik kriterleri, 6 Mart 1995’te alınan Gümrük Birliği kararı çerçevesinde karşılamış olan Türkiye’nin tam üyelik görüşmelerine başlayabilmesi için önündeki en önemli engel olarak siyasî kriterler duruyordu. Siyasî kriterlerden biri olarak açıklanan “azınlık haklarına saygı” kavramına tarafların farklı yaklaşımları zaman zaman ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Diğer kriterler konusu, müzakere sürecinde karşılaşacağımız problemlere işaret etmesi bakımından önemli.
AKP hükümetinin Brüksel’le ilişkilerin gerildiği ortamlarda sık sık dile getirdiği “Ankara Kriterleri” söyleminin neleri içerdiği konusunda kafalar oldukça karışık. En önemli sorun Ankara Kriterleri’nin özgünlüğü sorunu. Zira Başbakan Erdoğan’ın “Eğer müzakere tarihi alamazsak Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri yapıp yolumuza devam ederiz” sözleri AKP’nin temsil ettiğini iddia ettiği değerler açısından bir problem. Kopenhag Kriterleri’nin bir ad değişikliği ile Ankara Kriterleri haline getirilmesi Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mirasını reddetmek şeklinde de yorumlanıyor. Türkiye’nin, tarihinin yüklediği sorumluluğu reddederek ve özgün bir şeyler ortaya koyamadan AB’ye girmeyi kabul etmesi kendi birikimine en büyük darbe olur. Bu durum, Türkiye’yi bugün uluslararası sitemde önemli bir güç haline getiren özgün duruşundan ‘geri’ye döndürmek anlamına gelir.
 

 


Paylaş Tavsiye Et