Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Türkiye-AB ilişkilerinin işle(me)yişi
Muzaffer Şenel

AB ile katılım müzakerelerinin başlamasının ardından bir yıl geçti. AB Komisyonu’nun geçen bir yıllık süreyi değerlendirdiği İlerleme Raporu Kasım ayında açıklandı. Bir nevi karne niteliğindeki raporu, Ankara’ya yönelttiği eleştiriler ve içerdiği somut maddeler temelinde derinlemesine tartışabiliriz. Mesela demokratik reform sürecinin uygulamaya geçirilmesinde gözlenen yavaşlık, Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs’ın da içinde bulunduğu yeni üyelere genişletme ve AB’nin Türkiye’ye karşı takındığı çifte standartlı tutum bağlamlarında çok söz söylendi. Raporun yayımlanmasının ardından bu konular üzerine çokça yazıldı çizildi. Bu nedenle raporu kendi içinde tartışmaktan ziyade, raporun çektiği resmin bugün ve gelecek adına nelere işaret ettiğini incelemek daha faydalı olacaktır. Rapor açıkça bugünkü işle(yeme)yiş biçimiyle Ankara-Brüksel arasındaki ilişkilerin körler-sağırlar diyaloğuna dönüşmeye başladığını göstermiştir.
Bugün gelinen noktada AB ile ilişkilerde yaşanan ciddi sorunların temelinde “karşılıklı güvensizlik” olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Karşılıklı güvensizlik nedeniyle ilişkilerin bizatihi işleyiş biçimi en ufak sorunda taraflar arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden oluyor ve ortam gerginleşiyor. Her iki tarafta da üyeliğe karşı olanlarca bu durumun manipüle edilmesi diyalog zeminini kayganlaştırıyor ve kısırdöngüye neden oluyor. Bu kısırdöngüyle yüzleşmek ve onu aşmak için çözüm önerileri üretmek zorundayız. İlişkilerin genel çerçevesinin belirli bir vizyon -tam üyelik- temelinde geliştiğini söylemek mümkün olsa da, gelinen noktada durumun hiç de öyle olmadığı aşikar. Her ne kadar Ankara tam üyelikten başka bir seçenek olmadığını belirtse de Avrupalılar arasında bu konuda net bir fikir birliği yok. Türkiye’nin AB’ye katılması halinde Avrupa’daki egemenlik hayalleri suya düşecek olan bazı ülkeler de var. Çünkü Türkiye, AB-içi güç dengesini değiştirme kapasitesine sahip tek ülke. Bu sebeple AB içinde üyeliğe olumlu bakan ülkeler bile Türkiye’nin Birliğe mümkün olan en uzun sürede katılımını destekliyorlar.
İlerleme Raporu, Ankara’ya özellikle şu iki konuda uyarıda bulunuyor: Kopenhag siyasi kriterleri -temel özgürlüklerden olan ifade, düşünce ve din özgürlüğü- çerçevesinde reform sürecinin uygulamaya geçirilmesinde gözlenen yavaşlık ve Gümrük Birliği’nin Güney Kıbrıs’ın da içinde bulunduğu yeni üyelere genişletilmesi. Her ne kadar hükümet çevreleri reform sürecinin yavaşlamadığını, eleştirilen noktalarda gerekli yasal düzenlemelerin yapıldığını söylese de, şu bir gerçek ki hükümetle “merkezî bürokrasi” arasındaki gerilim, çıkartılan yasaların uygulama safhasına geçmesinde yavaşlığa neden oluyor. Yasaların uygulanmasında son bir buçuk yıldır gözlenen ciddi yavaşlık, reform yasalarının “spor için çıkarıldığı intibaı”nı uyandırıyor. Buna bağlı olarak, Türkiye’nin Brüksel tarafından sık sık tembel öğrenci gibi azarlanması, AB’nin Kıbrıs sorununda verdiği sözleri tutmaması, sözde Ermeni soykırımı iddialarının sık sık dile getirilerek bir kriter gibi sunulması, Avrupalı Müslümanların karşılaştığı ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı ile Papa 16. Benedikt’in İslam karşıtı söylemleri Türkiye’de ulusalcı-milliyetçi tepkiyi besliyor.
AB’nin Kıbrıs konusunda verdiği sözleri tutmaması ve müzakere sürecinde diğer aday ülkelere uygulanan kıstaslardan farklı kriterler öne sürmesi hakkaniyet ilkesi ile bağdaşmıyor. Karşılıklı güvensizlik gün geçtikçe artıyor. İlişkilerin bu belirsizlik içinde giderek gerginleştiğini ve kısırdöngüye doğru sürüklendiğini artık görmemiz gerekiyor. AB ile ilişkiler, küreselleşen dünyanın ortaya çıkardığı meydan okumalara çeşitli alanlarda cevap üretmeye çalışan Türkiye’nin siyasi dönüşümünde önemli bir ara basamak. Türkiye açısından AB üyeliğinin, diğer tüm aday ülkelerden farklı olarak bir entegrasyon olmadığının altını çizmek zorundayız. Türkiye AB sürecine entegre olmuyor, katılıyor: Entegrasyon (integration), entegre olan tarafın herhangi bir değer ve norma sahip olmadığı ve entegre eden tarafından eğitilmesi gerektiğine vurgu yapan bir nevi “soft (yumuşak)” asimilasyon anlamına gelirken; katılım (accession), kurumun karar alma sürecine kendi özgün kimliğiyle dahil olmasını içerir. Türkiye’nin katılımı, Balkanların yeniden inşası ve Avrupa’daki Müslümanların geleceği açısından hayati bir önem taşıyor. Bu durum, Avrupalı kimliğini kökten değiştirecek olması bakımından başlı başına bir olay.
Avrupa’nın kimliğinin siyasi ve coğrafi niteliği ve gelecek perspektifi belirlenmediği sürece Türkiye ile ilgili bir karar almasının giderek zorlaşacağı bir gerçek. Avrupa’nın Türkiye’yi içselleştirme kapasitesi, artan üyelik karşıtı, kültürel köktenci ve ırkçı-yabancı düşmanı söylemlere paralel olarak düşüş gösteriyor.
Türkiye-AB İlişkilerinde Kıbrıs
İlerleme Raporu’nda, Gümrük Birliği Protokolü uyarınca Türkiye’nin limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmasının yasal bir sorumluluk olduğu belirtilirken, Kıbrıslı Türklere yönelik izolasyonların kaldırılması Birliğin siyasi bir sorumluluğu olarak sunuluyor. Siyasi sorumluluğun çerçevesinin yaklaşık 3 yıldır bir türlü çizilememiş olması, AB’nin Kıbrıs’tan kaynaklanan bedeli Türkiye’ye ödetme peşinde olduğunu ortaya koyuyor.
Son altı ayda dönem başkanı Finlandiya’nın hazırladığı planla, Kıbrıs sorununun BM zemininden Avrupa Birliği zeminine çekilme çabalarına şahit olduk. Yunanistan bu süreçte bir yandan Türkiye ile Kıbrıs Rumlarını karşı karşıya getirmeye, diğer yandan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile KKTC’yi aynı masaya oturtmaya çalışıyor. Türkiye’nin sergilediği esnek -görüşmeye her zaman açık olma- ama kararlı tutum Avrupalıların elini kolunu bağlıyor. Finlandiya’nın “6 Aralık son tarih” şantajının tek amacı Türkiye’yi bezdirerek havlu atmasını sağlamak. Yapılan tüm şantajlara rağmen eğer müzakere süreci durdurulamazsa, zamanla herkes Türkiye’nin üyeliği fikrine alışmak zorunda kalacak. 

 


Paylaş Tavsiye Et