Konuşan: Ebru AFAT
11 Eylül saldırıları, son iki yüzyıldır tarihte hiç görülmemiş derecede adaletsizlik ve çatışmalarla boğuşmakta olan dünyamızın adeta totaliter bir açık hava hapishanesine dönüşmeye başlamasına neden oldu. Bu süreçte Müslümanlar, Batılı politikacılar ile küresel medyanın tetiklediği bir şeytanlaştırma kampanyasının odağına oturtuluverdiler. Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya uzanan coğrafyada ABD’nin çatışma eksenli imparatorluk kurma projeleriyle yüz yüze kalan Müslümanlar, göçmen olarak gidip bir türlü yerlileşemedikleri Avrupa ülkelerinde gittikçe hız kazanan İslam karşıtı uygulamaların hedefi haline geldiler. Böylesi bir ortamda şeytanın avukatlığını yapmak ise yine zihni açık entelektüellere düştü. Biz de yaşananlara farklı açılardan bakabilmek için 11 Eylül sonrasında sergilediği eleştirel duruş yüzünden ülkesinde neo-muhafazakâr çevrelerin hışmına uğrayan Amerikalı akademisyen John L. Esposito ile söyleştik. Georgetown Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi’nde öğretim üyesi olan ve İslam dünyası üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Prof. Esposito, 11 Kasım’da İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM)’nde “Milyarlarca Müslüman’ın Sesine Kulak Vermek” başlıklı bir konferans verdi.
Söyleşimize ülkeniz Amerika Birleşik Devletleri’nde 7 Kasım’da yapılan Kongre seçimlerinin sonuçlarını değerlendirmenizi isteyerek başlayalım. Demokratlar 1994’ten bu yana ilk defa Kongre’nin iki kanadını oluşturan Temsilciler Meclisi ve Senato’da çoğunluğu ele geçirdiler. Bu sonuçlardan sonra Bush yönetiminin iç ve dış politikasında herhangi bir değişim görecek miyiz?
Bunu kesin olarak söylemek biraz güç. Bush yönetiminin politikalarında bazı değişiklikler olacağını düşünüyorum. Çünkü Demokratlar, örneğin Irak konusunda genelde yeni bir politikaya ihtiyaç duyulduğunda ısrarcılar. Fakat bu yeni politikanın neye benzeyeceği hususunda aralarında bir uzlaşma sağlayabilmiş değiller. O yüzden seçim sonuçlarının önemli bir değişim getirip getirmeyeceğini şimdiden söylemek zor. Emin olduğum tek bir husus var ki, o da Bush yönetimi ile Demokratlar arasında Irak’tan çekilme planları üzerine bir antrenman yapılacağı. Bu noktada önümüzdeki dönemde öncelikli olarak üzerinde durulacak konunun ABD başkanlığı olduğunu düşünüyorum.
Ancak iç ve dış politikada ne ölçüde bir değişim yaşanacağı hakkında bir şey söylemek için hâlâ çok erken. Örneğin 11 Kasım’daki sabah haberlerinde Bush’un, İran ile Lübnan’daki terörist Hizbullah örgütü arasında bir bağlantı olduğundan bahsettiğini izledim. Bunun, kesinlikle Ortadoğu’daki durumu iyileştirici yönde bir yaklaşım olmadığını söyleyebiliriz.
Dünya kamuoyunda Amerikan halkının, hükümetlerinin yurtdışında neler yaptığını pek de umursamadığı yönünde genel bir kanı var. Fakat bu seçimlerde, Irak politikası seçim tartışmalarının başlıca konusu haline geldi. Neden Amerikan halkı Irak Savaşı gibi bir dış politika meselesini gündemin başına aldı? Bu kez ne değişti? Zira aslına bakarsanız oldukça ilginç bir durumla karşı karşıyayız çünkü aynı halk iki yıl önce George W. Bush’u ikinci defa başkan olarak seçmişti.
ABD dışında yaşayan insanların iki yıl önce yapılan başkanlık seçimlerinde Bush’a verilen desteğin temel nedenine dair önemli bir gerçeği gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. Bush’un yeniden seçilmesini sağlayan başlıca husus, hükümetin terörizm tehdidine yaptığı vurgunun dozajındaki fazlalıktı. Amerikan halkı genelde denizaşırı bölgelerde neler olduğundan çok terörizm tehdidiyle ilgilidir. Esasında halkın çoğu denizaşırı politikaları destekledi; çünkü hükümet terörizmle savaştığını vurguluyordu. Fakat 7 Kasım seçimlerinde iki temel mesele yani yolsuzluk ve Irak Savaşı gündeme geldi. Çünkü Amerikan halkı Irak’ta ölen Amerikan askerlerinin sayısının ve aynı zamanda savaşın ekonomik maliyetinin gittikçe arttığını daha açık bir biçimde görmeye başladı. Irak’taki durumu görüyorlar ve dolayısıyla gerçek manada herhangi bir ilerleme sağlanmadığını fark ediyorlardı. Bu sebeple birçok Amerikalı, dış politika ile daha fazla ilgilenmeye başladı. Amerikan halkının büyük çoğunluğu gerçekten de ABD’nin Irak’tan çekildiğini görmek istiyor.
Peki, ABD’de sürekli tartışılan kürtaj, eşcinsel evlilikleri gibi iç meselelerin seçim sonuçları üzerinde nasıl bir etkisi olmuş olabilir?
Bunlar, üzerinde büyük tartışmalar yaşanan konular; ancak bu tartışmalar, söz edilen konuları seçim kürsüsüne getiren kanat olan Cumhuriyetçiler’e önemli ölçüde zarar verdi. Örnek olarak Virginia eyaletini ele alalım. Bu eyaletteki yarış başa baş geçti ve Cumhuriyetçi Senatör George Allen’ın yenilgisiyle sonuçlandı. Allen’ın seçim kampanyasındaki ana vurgusu geleneksel Amerikan aile değerleri üzerineydi ki bu da eşcinsel evliliğine ve kürtaja karşı olmak anlamına geliyordu. Fakat Amerikan halkı artık ülkede durumun değiştiğini düşünerek endişeye kapıldığı için Allen bu defa başaramadı. Halk bu davranışıyla Bush yönetimine gerçekten politika değişikliği görmek istediğine dair bir işaret gönderdi ve bunu da başardı.
Demokratların büyük zaferinden sonra Başkan Bush vakit kaybetmeksizin, dünyada Irak Savaşı’nın mimarı olarak görülen Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hükümetten ayrıldığını duyurdu. Baba Bush’un başkanlığı döneminde CIA başkanı olarak görev yapan Robert Gates’i de Pentagon’un yeni patronu olarak atadı. Bu görev değişikliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Gates Irak, Afganistan ve Bush yönetiminin terörle mücadele çerçevesinde kullandığı bazı metotlar hususunda olumlu adımlar atabilir mi? Gates’in atanması olumlu bir adım mı?
Bence olumlu bir adım; çünkü her şeyden önce Donald Rumsfeld Amerikan dış politikasındaki başarısızlığın başlıca sorumlusuydu ve birçok açıdan bu durumun sembolü olarak görülüyordu. Son başkanlık seçimlerinin ardından Bush’un yanında tutmaya devam ettiği yegane kişiydi. Ancak bu memnuniyetsizlik sadece Amerikan halkında değil, aynı zamanda Amerikan ordusunda da mevcuttu. Rumsfeld’in gidişi, Başkan Bush’un sembolik olarak Amerikan halkı tarafından seçimlerde verilen mesajı derhal aldığını ve gereğini yerine getirdiğini göstermesi açısından da önemli.
Gelinen noktada asıl sorulması gereken Gates’in ne ölçüde başarılı olabileceği. Gates Rumsfeld’den oldukça farklı ve Bush’un politikalarına eleştiriler yöneltmiş biri. O yüzden Gates’in Bush’u politika değişikliğine ikna edebileceği umulabilir. Üstelik Bush eğer bir değişiklik yapmak isterse, Gates’in tavsiyelerini göz önüne aldığı mazeretine sığınabilir. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi Bush kısa bir süre önce zaten Irak politikasını yeniden gözden geçirdiğini söylemişti. Buradaki esas mesele, Başkan Bush’un ne ölçüde bir değişiklik yapmak isteyeceği. Zira değişiklik yaptığı takdirde herkes Bush’un politikasının başarısızlığa uğradığını kendisinin de bildiğini ileri sürecektir. Ancak Bush hata yaptığını itiraf etmekten hoşlanmayan biri. Ayrıca ulusal açıdan bakıldığında bu, onun başkan olarak tarihteki imajı açısından da oldukça endişe verici bir durum.
Fakat Gates bir istihbarat görevlisi ve bu da birçok insanda endişeye yol açıyor. Uluslararası ilişkiler alanında çalışan tanınmış bir Türk akademisyen, Gates hakkındaki yorumunda, kendisinin bir istihbarat görevlisi olması nedeniyle Amerikan politikalarında bundan böyle gizli operasyonlarla çok daha yoğun karşılaşacağımızı ifade ediyordu. Rumsfeld açık bir kişiydi, çok net konuşuyordu ve aklındakileri genellikle açıkça söylüyordu. Fakat bu kez istihbarat görevlisi bir savunma bakanı söz konusu ve bu kişi Rumsfeld’den daha tehlikeli olabilir.
Bilmiyorum, daha doğrusu Gates’in Rumsfeld’den daha kötü olacağını sanmıyorum. Bush’un ilk döneminde Gates’in CIA’in başında bulunmuş olması şüphesiz önemli; ama biliyorsunuz, birçok kişi yönetimde değişik konumlarda bulunabilir ve bu da önemli bir sorun oluşturmaz. Gates ile ilgili önemli soru işaretleri olabilir; fakat ben onun çok zeki ve çok yetenekli biri olarak görüldüğünü düşünüyorum. Bugün Bush yönetimiyle ilişkili, Cumhuriyetçi Parti’den birçok kişi Başkan Bush’u ve onun dış politikasını eleştiriyor ki bu da oldukça umut verici bir gelişme. İşlerin Rumsfeld dönemindekinden daha kötüye gideceğini hiç zannetmiyorum.
Türkiye’de ve sanırım Avrupa’da da birçok analist, mesele dış politika olduğunda Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında çok büyük farklar olmadığını ileri sürüyorlar. Eğer 2008 seçimlerinde Demokratlar’ın adayı seçilirse, yeni Demokrat başkan terör zanlılarına sorgulama esnasında işkence yapılmasını engelleyebilir, Guantanamo Üssü’nü ve CIA’in dünyanın dört bir yanındaki gizli hapishanelerini kapatabilir mi? Yoksa o da Bush yönetiminin terörle mücadele politikasının ana unsurlarını devam ettirir mi?
Bu çok önemli bir soru. Son başkanlık seçimleri sırasında el-Ahram gazetesinin davetlisi olarak Kahire’deydim ve orada Bush yönetimini eleştirirken şöyle bir noktaya işaret etmiştim: Şayet o seçimlerde Senatör John Kerry başkan seçilmiş olsaydı, Amerikan politikalarında elbette bazı değişiklikler olabilirdi; fakat sıra Irak konusuna geldiğinde Kerry o dönemde son derece askerî çözüm yanlısı bir görüntü çiziyordu. Kerry daha sonra o görüntüsünü değiştirdi.
Şimdi, başkanlık için kimin aday olacağı sorusunun Demokratlar için asıl önem kazanan soru olduğunu düşünüyorum. Demokratlar’ın geçtiğimiz dönemde Bush’un izlediğine benzer bir politikayı desteklediklerini söylemek yanlış olmasa da son aylarda nerede farklılaştıklarını hep beraber gördük. Demokratlar, ABD’nin gittikçe batağa saplanmakta olan Irak politikasından uzaklaşmaları gerektiğinin farkına vardılar. Şimdi ise özellikle adayların mevcut terörle mücadele politikalarında nereye kadar reform yapma eğilimi içinde oldukları, ne tür politikaları destekledikleri üzerinde durulmalı. Zira bu sadece bir parti meselesi değil, daha ziyade bir kişilik meselesi. Örneğin, Illinois eyaleti senatörü Barack Obama gibi genç ve yarışa girdiği takdirde kazanma şansı yüksek bir isim Demokrat Parti’nin adayı olmayı başarırsa, bu alanlarda diğer adaylara göre çok daha fazla ilerleme sağlanabilir. Ama şimdiden Demokratlar’ın, Bush yönetiminin politikalarından ne ölçüde uzaklaşacaklarını tahmin etmek oldukça zor. Bu konuda büyük oranda belirsizlik hâkim.
Ya Senatör Hillary Clinton? Eğer aday olur ve başkan seçilebilirse bazı değişiklikler yapabilir mi?
Bayan Clinton’ın fazla bir değişiklik yapabileceğini sanmıyorum. Fakat asıl mesele, özellikle Ortadoğu söz konusu olduğunda diğer politikacılar gibi, Bayan Clinton’ın da mevcut politikaları değiştirmeyi gerçekten isteyip istemediği. Çünkü o da oy almak için fazlasıyla pragmatik davranıyor. Örneğin eşinin başkanlığı sırasında Amerika’nın İsrail’deki büyükelçiliğini neden Kudüs’ten Tel Aviv’e taşımadığını soruyor ve bu konuda çok sert açıklamalar yapıyordu. Fakat New York senatörü seçilmesinden itibaren duruşunu oldukça değiştirdi ve artık İsrail-Filistin meselesinde son derece sertlik yanlısı bir yaklaşımın savunucusu oldu. Dolayısıyla şimdiden kesin bir şey söylemek güç. Bayan Clinton son aylarda Bush yönetimini ve onun Irak politikalarını bayağı eleştirdi; ancak bu konuda kendisinin ne tür politikalar izleyeceğine dair net bir açıklamada bulunmadı. Başkanlık yarışına katılması durumunda Hillary Clinton’ın politikalarını, hangi tutumun daha fazla oy getireceği gerçeği şekillendirecektir.
Amerikan halkının genel olarak bir kadın başkana hazır olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir kadın adayın ABD Başkanı seçilmek hususunda oldukça yüksek bir şansa sahip olduğunu düşünüyorum. Burada asıl mesele, söz konusu kadının kim olduğu ve siyasi tavrının nasıl göründüğü. Her halükarda alınacak her türlü olumlu ya da olumsuz sonuç, Hillary Clinton’ın kadın olmasından çok nasıl bir aday olduğuyla ilgili olacak. Demokratlar’ın politikalarıyla sorunları olan kimseler, Bayan Clinton ile de sorunlar yaşayacaktır; çünkü, onun geçmişteki bazı pozisyonlarıyla ilgili rahatsızlıkları var. Aynı durum Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice için de geçerli. Onun da İran meselesinde takınacağı tavır belirleyici olacak.
Fakat Condoleezza Rice ırkı nedeniyle dezavantajlı görünüyor; tıpkı Barack Obama gibi… Ben ABD’nin -kadın veya erkek olsun- siyah bir başkana hazır olduğunu zannetmiyorum.
Ama Colin Powell başkanlık seçimine girseydi çok ciddi bir aday olabilirdi. Geri döndüğünde seçilmek için çok yüksek bir şansı olabilirdi. Siyah adaylar seçim esnasında genel olarak biraz oy kaybedebilirler; fakat ben yine de beş yıl öncesine oranla bugün siyah ve kadın adayların çok ama çok yüksek şansları olduğunu düşünüyorum. Zira durum sürekli değişiyor.
Amerikan tarihinde ilk defa Kongre’de Müslüman bir üye yer alıyor. Hem siyah hem de Müslüman olan Demokrat Keith Ellison, Minnesota eyaleti temsilcisi olarak seçildi. Bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Müslüman cemaati açısından ele alırsak şüphesiz bu çok önemli bir gelişme. Biliyorsunuz, cemaatten birinin böyle bir makama gelmesiyle, o cemaatteki insanlar kendilerini daha bütünleşmiş ve daha güçlü hissetmeye başlar. Zaten Müslümanlar bir süredir yerel yönetimlere seçiliyordu. Artık ulusal düzeyde de seçilmiş birisi var ve bu çok önemli. Kongre’ye daha önce seçilmiş bazı Arap asıllı Amerikalılar vardı; fakat bunlar Hıristiyan’dı. Her halükarda Kongre’ye bir Müslüman’ın seçilmesi sembolik açıdan çok önemli.
9 Kasım’da İngiliz İç İstihbarat Teşkilatı MI5 Şefi Eliza Manningham-Buller, İngiltere’deki terörist tehdidin boyutları hakkında beklenmedik bir uyarıda bulundu. Bu uyarısının ardından da Başbakan Tony Blair ona destek çıktı ve terör tehdidinin en az bir nesil süreceğini söyledi. Fakat İngiltere aynı zamanda, Irak, Afganistan ve İsrail-Filistin çatışması da dahil olmak üzere bütün Ortadoğu politikalarında ABD’nin en yakın müttefiki konumunda. Blair hükümeti politikalarını gözden geçirmeyi asla düşünmüyor. Müslümanların bakış açısına göre Blair hükümeti İngiltere’deki bütün Müslümanları potansiyel terörist ve olağan şüpheli olarak göstermeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu kısır döngünün daha uzun süre devam etmesi mümkün mü?
Şüphesiz bu çok tehlikeli bir durum ve sizin sorunuz da çok önemli. Burada üzerinde durulması gereken iki nokta olduğunu düşünüyorum: Birincisi, İngiltere’de dış politikadaki sorunlar gerçek anlamda ele alınana kadar önemli bir değişim görmeyeceğiz. İngiltere’de basitçe kamuyla ilişkileri vurgulamak suretiyle başarılı bir kamu diplomasisinin varlığından bahsedebiliriz. Örneğin Blair sürekli kalpleri ve zihinleri kazanmaktan bahsediyor ve zaman zaman Ortadoğu konusunda son derece mantıklı konuşuyor. Fakat 9 Kasım’da olduğu gibi, günün sonunda Blair dış politikasının sonuçlarını görmezden geliyor. Tıpkı Bush gibi Blair de Irak’ta başarısızlığa uğrayan politikalardan sorumlu, yaşananların bir parçası ve Blair’in danışmanları da bu imajdan dolayı endişe içindeler. Hiç kimse yanlış yaptık demekten hoşlanmaz; fakat artık Filistin meselesini ele almanın zamanı geldi. Filistin meselesini gerçekçi bir şekilde ele almak yani sadece Filistin devletinden söz etmek ve Filistinli teröristleri lanetlemekle yetinmeyip, aynı zamanda İsrail’in Lübnan Savaşı’nda ve Batı Şeria ve Gazze’de sürdürdüğü politikalarını, yaptığı bombalamaları ve bunun sonuçlarını eleştirmek gerekiyor. Irak ve Afganistan’da yaşananları ise söylemeye bile gerek yok.
İkincisi ise, İngiltere’deki Müslüman cemaat de kendi içinde terörizm problemi üzerinde konuşmalı. Gerçi bu başladı fakat hâlâ bazı sorunlar mevcut. Örneğin bazı kamuoyu yoklamaları önemli bir Müslüman azınlığın Londra’daki 7 Temmuz saldırılarını desteklediğini gösteriyor. Ancak bu şüphesiz cemaatin genelini kapsamıyor; sadece belli bir azınlığa tekabül ediyor. Fakat eğer Müslüman olmayan bir İngiliz vatandaşıysan, göreceğin ilk şey bu tür terörist saldırılar ve ardından bu ülkenin vatandaşı olan ve -gerçekte terörist olmadığı halde- bu saldırılara destek veren insanlar olacaktır. İngilizler ülkelerinin Irak politikasını eleştiriyor; Müslüman İngiliz vatandaşları da. Ancak Müslümanların bu eleştirilerinin, onların terörist saldırıları desteklediği söylemini haklılaştırdığını düşünmüyorum. Dolayısıyla, her iki taraf da dile getirdikleri sorunların üzerine daha ciddiyetle, daha güçlü bir şekilde gitmek zorunda.
Fakat İngiltere’de çok güçlü bir kamuoyu baskısı var. Söz konusu baskı dolayısıyla Müslümanların kendilerini kıstırılmış hissettikleri ve bunun da kendilerini eleştirme süreçlerini olumsuz yönde etkilediği söyleniyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Bir zorluk var şüphesiz; fakat şunun da anlaşılması gerekir ki, medyanın doğası benim “patlayıcı manşet olayları” dediğim olguya dayanır. Dolayısıyla medyada vurgulanan olayların ne olduğuna bakarken önemli hale gelen husus, bu durumu sükunetle ele alacak kaç İngiliz Müslüman sözcüye sahip olduğunuzdur. Aynı sorunla biz ABD’de de karşı karşıyayız. Müslüman cemaati bu konuda kendisini geliştirmeye devam etmeli. Halkla iyi ilişkiler kurulması noktasında kişiler büyük önem kazanıyor. Ama haklısınız İngiltere’deki Müslümanlar için durum gittikçe daha fazla güçleşiyor. Fakat bu olumsuz durumun oluşmasına kısmen ülkedeki bazı Müslümanlar da neden oluyor. Militan kişilerin sivri söylemleri sorunlara davet çıkarıyor. İki yıl önceydi sanırım, Downing Street’teki Başbakanlık Ofisi’nin dışında birileri, bunlar geçmişteki el-Muhacirun veya Hizbu’t-Tahrir gibi gruplardı, militanca sloganlar atıyorlardı. Tabii basın hemen bunları manşete taşıdı. Evlerinde aileleriyle oturan, akşam yemeği yiyen, camiye gidip namaz kılan ve kendi günlük işleriyle uğraşan Müslümanları manşet yapmıyorlar. İngiltere’deki sıradan bir insan da bunları görünce “aman Tanrım, ne oluyoruz böyle?” diyor doğal olarak. Kabul etmemiz gereken bir diğer sorun da, İngiltere’de ve Avrupa’da gittikçe yaygınlaşan göçmen karşıtı yaklaşımlar. Müslümanlar göçmen karşıtı kanunlarla çevreleniyor. Bunun sonucunda da İslamofobi yükseliyor ve tehlike gittikçe büyüyor.
Kısaca korkunun sebebinin dinsel veya medeniyetsel endişeler ile ekonomik çıkarların karışımı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bu yerinde bir tespit…
Çünkü şu sıralar özellikle Kıta Avrupa’sında ciddi ekonomik sorunlar var.
Doğru. Göçmen karşıtı tutumlar çoğu zaman bu ekonomik endişelerden kaynaklanıyor. Müslümanlar birçok ülkede en kalabalık göçmen grup ve nüfusları da gittikçe artıyor. Dolayısıyla bu, bazılarının kendini daha fazla tehdit altında hissetmesine neden oluyor. Birçok Avrupa ülkesinde sosyo-ekonomik koşullar nedeniyle Müslümanların uyuşturucu ticareti gibi suçlara yoğun şekilde karıştıklarını görüyorsunuz.
Maalesef doğru.
Kesinlikle. Müslüman olmayan sıradan bir insan dönüp baktığında hapisteki Müslümanları görüyor ve bu da korkuyu artırıyor.
Geçtiğimiz 7 Temmuz’da yani Londra metrosuna yönelik saldırıların yıldönümünde, İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan “Bilgisizlik çemberinin dışına çıkalım” başlıklı makalenizde, Gallup tarafından yapılan ve Müslümanlar hakkında bilgi vermeyi amaçlayan bir araştırmanın sonuçlarından bahsediyordunuz. 11 Kasım’da İSAM’da yaptığınız konuşmanızda da yine bu araştırmaya değindiniz. Bu tür çalışmaların Batı toplumları nezdinde Müslüman ve İslam imajına katkıda bulunduğuna inanıyor musunuz?
Bu tür araştırmaların çok büyük bir potansiyel barındırdığını, araştırma sonuçlarının birçok kişiyi oldukça şaşırtacağını düşünüyorum. Böyle düşünmemin başlıca nedeni, bu tür araştırmaların gerçekte Müslümanların neye inandıklarını, nasıl düşündüklerini, yalnızca bir uzmanın, bir siyasetçinin, bir dinî liderin görüşlerine dayanmak zorunda kalmaksızın ortaya koyabilmemize imkan sağlamasıdır. Müslümanların Batı’ya karşı olan tutum ve davranışları nelerdir? Batı’da sevdikleri ya da sevmedikleri şeyler nelerdir? Söz konusu araştırmalar bunların ortaya çıkmasını ve Batılı insanların zihninde Müslümanlar hakkında oluşmuş birçok önyargının değişmesini sağlıyor.
Söyleşimizi Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileriyle alakalı bir soruyla tamamlamak istiyorum. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Fakat lütfen dürüstçe cevap verin. Zira bu soruyu birçok akademisyene sordum ve çok ilginç cevaplar aldım. Türkiye’nin AB’ye bir gün tam üye olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Bu oldukça önemli bir soru. Türkiye’nin AB’ye tam üye olup olamayacağı tartışılıyor; ama bana kalırsa burada asıl mesele Avrupa’nın Türkiye’nin tam üyeliğine hazır olup olmadığı. Avrupa Türkiye’nin insan hakları, ekonomi gibi konularda ulaşması gereken hedefleri belirliyor; ancak bu hedeflere ulaşmasında ona pek de yardımcı olmuyor. Mevcut Türk hükümeti birçok kritik konuda AB’ye karşı çok uyumlu bir tavır sergiledi; ancak bir o kadarında da hâlâ sorunlarla boğuşuluyor. AB sınırları içinde yaşayan bir kişi, neredeyse her gün Türkiye’nin herhangi bir iç meselesinin önce gündem oluşturduğunu, sonra da müzakere başlığı haline geldiğini görüyor. Böyle bir şeyin başka bir ülkeyle yaşandığını hatırlamıyorum. Örneğin, bazı Avrupa devlet başkanları Türkiye’ye AB üyelik yolunu açalım dedikleri zaman, aslında ülkelerinde bu konuda referandum yapılmasına taraftar değiller. Çünkü bu referandum işleri daha da karmaşıklaştıracak. Bence her halükarda bu tartışma yapılmalı. Ancak Yunanistan ve diğer ülkelerin AB’ye kabulünde kullanılan kıstaslar neyse, Türkiye’ye karşı da onlar kullanılmalı. Ama ben AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul politikaları konusunda şüpheliyim.
Bu konuda Müslüman dünyasının yaklaşımı nasıl? Türkiye AB’ye üye olursa Müslüman ülkelerin bundan hoşnut olacağını düşünüyor musunuz? Ya da soruyu şöyle soralım: Müslüman dünya kamuoyunun bir bölümü Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşmesi halinde ihanete uğradıkları hissine kapılabilir mi?
Hayır. Aksine Türkiye eğer AB’ye kabul edilmezse Müslüman dünya kamuoyu Türkiye ile aynı duyguları hissedecektir. Çünkü Türkiye Müslüman bir ülke. AB, Türkiye’nin önemli bir ülke olduğunu unutmaz ve Türkiye’yi Müslüman olması nedeniyle dışlamayıp üyeliğe kabul ederse bu, Müslüman dünya üzerinde olumlu bir etki yapacaktır. Türkiye’nin reddedilmesi halinde doğacak negatif etkiler konusunda oldukça endişeliyim. Müslümanların ve Müslüman ülkelerin çoğunluğu Türkiye’nin AB üyeliğinden büyük bir memnuniyet duyacaklardır.
Paylaş
Tavsiye Et