IRAK Savaşı, uzun vadeli bir sonuç olarak Şii unsurları iktidara taşıyarak bölgedeki kadim bir rekabeti yeniden su yüzüne çıkardı. İşgalci ABD’nin kendi tarihinden daha eski bir rekabet bu. Şii İran ve onun himayesinde oluşan bir Şii jeo-kültür havzası, Sünni Arap rejimlerini fazlasıyla rahatsız ediyor. Ancak hiçbiri seçimle işbaşına gelmemiş olan bu Arap rejimlerinin Lübnan konusunda gösterdikleri tavırda, mezhep farklılığının yanı sıra, siyasî kaygılar da önemli rol oynadı. Kendi halkıyla içiçe yaşayan bir direniş hareketi olan Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah büyük bir itibar kazanırken; binlerce Lübnanlı’nın katledilmesi sırasında yapabildikleri sadece birkaç milyon dolarlık petro-dolar yardım çeki göndermekten ibaret kalan Arap rejimleri kendi halkları nezdinde büyük bir itibar kaybına uğradı, meşruiyetleri daha da sorgulanır hale geldi.
Mısır ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerinin bu krizde ortaya koyduları tepki, Hizbullah’ı tek başına hareket etmekle suçlamaktan ibaret kaldı. Arap devlet başkanları, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan kadar bile net bir tavır sergileyemediler. Aslında bu rejimler Batı’daki “İsrail üzerinden Hizbullah’ın ortadan kaldırılması” beklentisini paylaşır bir tarzda hareket ettiler. Suudi Arabistan’daki resmî dinî ideoloji olan Vahhabiliğin en önemli isimlerinden Şeyh Sefer el-Havali’nin, “Hizbullah için dua bile etmek caiz değildir” şeklindeki fetvası ise Sünni Arap kayıtsızlığının yanısıra Şii aleyhtarlığının ulaştığı boyutu da gözler önüne seriyordu. Suudi İslam otoritelerinin Şii Hizbullah ile İsrail karşısında takındıkları bu tutum Arap ve İslam dünyasında olumlu yankı bulmadı.
Aslında böylesi bir fetva Vahhabi öğretisinde Şiiliğe atfedilen konum açısından hiç de aşırı bir görüş değildi. İbn Teymiye’ye kadar uzanan ve onun birçok Sünni İslam alimi tarafından bile paylaşılmayan görüşlerini temel alan Suudi İslam öğretisi, Şiilere karşı son derece katı bir yaklaşıma sahip. Diğer taraftan Şiilerin ülke nüfusu içinde küçük bir azınlık olmalarına rağmen petrol zengini doğu sahil bölgesinde yoğun olarak yaşadıkları düşünüldüğünde, Suudilerin Şii alerjisinin sadece mezhebe dayalı bir endişe değil, aynı zamanda bir güvenlik hassasiyeti olduğu da ortaya çıkıyor. Bu açıdan Suudiler Lübnan’dan sonra Irak’taki Şiilerin de güçlenmesinin Ortadoğu’da bir İran jeo-kültür hakimiyeti doğuracağını ve bunun da başlarını epeyce ağrıtacağını düşünüyorlar. Ancak İran hegemonyasına dair endişenin halk arasında büyümesi paradoksal açıdan Sünni Arap rejimlerine dair meşruiyet sorgulamasını da güçlendiriyor.
Genelde Arap Sünni ve özelde Suudi muhalefet hareketleri, Ortadoğu’da İran ekonomik, siyasî ve askeri güç arayışında iken Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkelerin neden cılız askerî güçlerle yetinip güvenliklerini, petrol ve dış politikada sadakat karşılığında, yabancı aktörlere tevdi ettiklerini sorguluyorlar. Siyasî ilgilerini göstermesi açısından önemli bir not olarak, bugün Suudi gençliği ülkedeki petrolün ne zaman biteceği ve petrolün bittiği yılda ülke nüfusunun ne kadar olacağına dair istatistiki bilgilere sahip. Suudi Arabistan’ın petrol zenginliğini uzun vadeli bir kalkınma vaadeden yatırımlara dönüştürememiş olması ve petrol kaynaklarının tükenmesiyle birlikte ülkenin içine düşeceği durum, sayıları giderek artan eğitimli Suud gençliğinin en azından şahsî gündeminde. Bu endişelerin toplumsal anlamda seslendiriciliğini ise şu ana kadar sadece el-Kaide yapabildi.
Hizbullah’ın İsrail’e karşı başarılı direnişi yalnızca Suudi rejimini değil, bu rejime karşı olan el-Kaide örgütünü de rahatsız ediyor. Bu krizden kısa bir süre önce Hizbullah ile el-Kaide arasında karşılıklı atışmalar yaşanmıştı. El-Kaide’nin aksine Hizbullah kendisini bir coğrafya ile sınırlı bir direniş hareketi olarak nitelendiriyor. El-Kaide ise Arap ve Ortadoğu coğrafyasını aşan evrensel söylemiyle, sürgündeki bir İslam hilafeti gibi davranıyor ve Batı’yla olan hesaplaşmasını hem tarihsel, hem de coğrafi olarak sınırsız addediyor. Şimdiye kadar el-Kaide’nin liderlik düzeyindeki temel tarih okumasını şu söylem belirledi: İslam coğrafyasının içinde bulunduğu hezimet seksen sene önce başladı ve halen sürüyor.
Bu söylem, doğrudan doğruya, başta Osmanlı’ya karşı bir isyanla kurulan Suudi Arabistan olmak üzere bütün Arap rejimlerinin meşruiyetini hedefliyor ve Arap rejimlerindeki yaygın milliyetçi ya da Vahhabi öğretinin aksine, Osmanlı Sünni hilafetini bir İslam iktidarı olarak benimsiyor ve bu mirasın varisliğini iddia ediyor. Coğrafi olarak da el-Kaide’nin söyleminde Filistin, Irak, Lübnan gibi Arap davaları kadar Keşmir gibi Arap olmayan davalar da önemli bir yer tutuyor. Ancak evrensel söylem güçlü olduğu kadar aynı zamanda soyuttur ve kitleleri, imha edilmiş İsrail tankları kadar bile etkilemez. Evrensel söylemine rağmen el-Kaide’nin, Hizbullah’ın aksine Batı’ya karşı kazanmış olduğu, Arap ve Müslüman halkların gururla anabilecekleri bir başarısı yok. Bu durum da Hizbullah’ı ve ardındaki İran’ı, Şii imajına rağmen, Arap ve İslam dünyasında bir kahraman konumuna sokabiliyor.
Sünni Arap-Şii İran rekabeti bir açıdan Osmanlı’nın Ortadoğu’da bıraktığı boşluğun ardından ortaya çıktı. Şayet Türkiye yakın coğrafyasında İran’ın ya da İsrail’in hegemonyasını istemiyorsa, bunu ancak Ortadoğu’da aktif rol üstlenerek engelleyebilir. Ancak böyle bir rolü Ankara’nın üstlenebilmesi için gerek bilgi, gerekse kimlik anlamında önemli engeller bulunuyor. “Araplar tarafından arkadan hançerlenme” psikolojisi özellikle “beyaz Türk” yazarların da sürekli işlediği bir tez olarak bilinç altında etkili olmaya devam ediyor. Türk hariciye ve istihbarat teşkilatı Ortadoğu’da aktif görev için gereken düzeyde Arapça ve Farsça bilgisinden yoksun. Bu diller Türk eğitim sisteminde ne yazık ki öğretilmiyor. Arapça halen ABD Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen diller arasında sayılır ve birçok yerde lise düzeyinde öğretilmesine başlanırken, yakın geçmişte YÖK tarafından bir yabancı üniversitenin denkliğinin iptalinde Arapça eğitimi görmüş olmak bir gerekçe olarak yer alabiliyordu. Aynı durum Yunanca ve Ermenice gibi diller için de geçerlidir.
Problemin kaynağı günlük dış politikalar değil, vizyondur. ABD’nin, Avrupa’nın, hatta giderek Çin’in emperyal vizyonuna karşı Türkiye küskün ulus-devlet reflekslerine devam ediyor. Türkiye şimdiye kadar Ortadoğu’daki istihbarahat açığını İsrail ile kurduğu ittifak yoluyla kapatmaya çalıştı. Ancak İsrail’in izlediği politikalar artık bu tür bir işbirliğinin de önünü tıkıyor. Türkiye’nin Ortadoğu’da ağırlığının artması sadece bir kimlik dönüşümüyle, bu dönüşüm de kendisini Şam ve Beyrut’ta da evinde hissedenlerin eliyle gerçekleşebilir. Türkiye, artık iyiden iyiye bir komedi haline gelen, Amerikan-İsrail çifte vatandaşlarının elinden çıkma Büyük Ortadoğu Projesi’nin taşeronu olarak böylesi bir rolü üstlenemez.
Paylaş
Tavsiye Et