AMERİKALI akademisyen Benedict Anderson, ulusların doğuşu ve gelişimini incelediği ünlü eserine “Hayali Cemaatler” başlığını vermeyi tercih etmişti. Zira Anderson’a göre ulus, kan bağı ve din temelli eski tip cemaatlerin yerini alan hayal edilmiş yeni bir cemaatti ve Avrupa’da ortaya çıkıp kapitalizm ve emperyalizmin etkisiyle kopyalanabilir bir model olarak tüm dünyaya yayılmıştı. Anderson’un çizdiği çerçeveden Batılı ulus devletlerin 11 Eylül sonrası siyasî ve toplumsal zihniyetlerine baktığımızda, bu ulusların kurgusunu oluşturan ana unsurlardan biri olan “öteki” algısının gittikçe bir korku paranoyasına dönüşmekte/dönüştürülmekte olduğunu görüyoruz. Batılı insanın zihnini her geçen gün biraz daha esir alan bu paranoyanın günlük hayata yansıması “İslamofobi” şeklinde gerçekleşirken, uluslararası politikadaki izdüşümü Müslümanları hedef alan askerî saldırıların haklılaştırılması olarak tezahür ediyor.
İngiliz yetkililerin 10 Ağustos’ta kamuoyuna “İngiltere’den ABD’ye gidecek 10 yolcu uçağını hedef alan” bir terör saldırısının engellendiğini açıklamasının ardından İngiliz kamuoyunun içine düştüğü durum, tam da böylesi bir akıl tutulmasına denk düşmektedir. İçişleri Bakanı John Reid’in ifadesiyle “tahmin edilemeyecek büyüklükte” kayba yol açacak bu korkunç plan, uçaklar okyanus üzerinde seyrederken el çantaları içinde yolcu kabinine sokulmuş bulunan sıvı patlayıcılar kullanılarak gerçekleştirilecekti. İngiliz Polis Teşkilatı Scotland Yard ve İç İstihbarat Teşkilatı MI5 ajanlarının aylarca süren çalışmaları sonucu açığa çıkarıldığı iddia edilen saldırı planı ile ilgili olarak aynı gün Londra ve Birmingham’da 69 ev ve işyerine baskın düzenlendi, 24 kişi gözaltına alındı. Bunlardan biri kısa süre sonra serbest bırakıldı ve geriye kalan 23 kişinin 19’unun kimlik bilgileri basına dağıtıldı.
Tamamı Müslüman İngiliz vatandaşı olan bu kişilerin yaşları 17 ile 35 arasında değişiyordu ve içlerinden üçü, İngiliz ve Amerikan medyasının, altını çizerek vurguladığı şekliyle, sonradan İslam dinini seçmişlerdi. İkisi kadın 23 zanlı geçen yıl 7 Temmuz’da Londra metrosunda gerçekleşen ve 56 kişinin ölümüyle sonuçlanan intihar eylemlerinin ardından yürürlüğe giren Terörizm Yasası’na göre 28 gün hiçbir resmî suçlama olmaksızın gözaltında tutulup sorgulanabileceklerdi. Nitekim sorguların ardından 23 kişinin 12’si serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar arasında kimliği açıklanmayan bir kadın ve 19 yaşındaki Don Stewart Whyte da bulunuyordu. Muhafazakâr Parti üyesi eski bir politikacının oğlu olan Whyte medya bakılırsa henüz 6 ay önce Müslüman olmuştu.
Geriye kalan 11 kişi Terörizm Yasası’na göre farklı suçlamalarla 21 Ağustos’ta ilk defa mahkemeye çıkarıldı. Ahmed Abdullah Ali, Tanvir Hussain, Umar Islam, Arafat Waheed Khan, Assad Ali Sarwar, Adam Khatib, Ibrahim Savant ve Waheed Zaman cinayet işlemeyi planlamak ve terör eylemi hazırlığında bulunmakla suçlandılar. Henüz 18’ini doldurmadığı için adı açıklanamayan bir genç terör eylemi hazırlığı yapan bir kişiye gereken malzemeleri temin etmek, Ahmet Abdullah Ali’nin eşi olan yedi aylık bir çocuk annesi Cossar Ali ile Mehran Hussain ise terörizmle ilgili sahip oldukları bilgileri polise aktarmamak iddiasıyla hâkim karşısındaydılar. Scotland Yard’ın Terörizmle Mücadele Masası Şefi Peter Clark, zanlıların ev ve işyerlerinde sıvı patlayıcıya dönüşebilen kimyasal maddeler, bomba yapımında kullanılan malzemeler, patlayıcı yapımını anlatan bir kitap ve ölümlerinden sonra kullanılması için hazırlanmış görüntü kayıtları ve notlar gibi suçlu olduklarını gösteren güçlü deliller bulunduğunu belirtiyordu.
10 Ağustos’tan sonra alınan abartılı güvenlik tedbirlerinden dolayı İngiltere’deki havaalanları günlerce sürecek bir karmaşaya sürüklenirken, açıklamanın zamanlamasının ilginçliği gözlerden kaçmıyordu. Tam da İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılar tüm dünyada olduğu gibi İngiliz kamuoyunda da büyük tepki uyandırır ve ardı adına protesto gösterileri düzenlenirken, Müslüman İngiliz vatandaşlarının bir kitlesel katliam hazırlığı içinde olduklarının söylenmesi, 7 Temmuz saldırılarının anısı, ortak hafızasında gayet taze olan İngiliz halkını dehşete düşürmeye yetti. Her ne kadar devlet televizyonu BBC muhabirlerinin konu hakkındaki sorularını yanıtlayan ya da ılımlı-sol The Guardian gazetesinin internet sitesindeki Serbest Yorum bölümüne mesaj gönderen binlerce kişi terör planından ve yetkililerin açıklamalarından duydukları şüpheleri dile getirseler de, halkın genel tavrı çok farklıydı.
İngiltere’ye giden ya da oradan gelen Güney Asyalı, Ortadoğulu ya da Müslüman görünüşlü insanlar uçaklarda ve havaalanlarında aşağılayıcı muamelelere maruz kalırken, medya tarafından sadece Müslüman olarak yetişenleri değil, kısa süre önce Müslüman olanları bile canavara dönüştüren bir inanç olarak sunulan İslam başlıca hedef hâline getiriliyordu. Böylelikle her Müslüman’ın potansiyel bir terörist olacağı fikri Batılıların zaten “ötekine” karşı önyargıyla dolu bilinçaltına bir daha çıkmamacasına yerleşirken, İngiltere’de yaşayan ve artık birer “olağan şüpheli” hâline gelen 1,6 milyon Müslüman için hayat biraz daha zorlaşıyordu.
Nitekim Azınlıklar Bakanı Ruth Kelly 24 Ağustos’ta yaptığı açıklamada, son 20 yıldır sol siyaset tarafından teşvik edilen “çok-kültürlülük” yaklaşımın hata(!) olduğunu ve genç Müslümanların kendilerini yabancılaşmış hissetmelerine sebebiyet verdiğini öne sürüyordu. Tony Blair’in üçüncü dönemine giren iktidarı sırasındaki uygulamaları yüzünden, adından başka solcu olduğunu çağrıştıran hiçbir unsuru kalmayan İşçi Parti’sinin bakanının bu açıklaması “korkunun gücünün” en iyi göstergesiydi. Müslümanların Batılı bir topluma asimile olmadan uyum sağlamaları tartışmalarında Kıta Avrupa’sına sık sık örnek gösterilen İngiltere’nin en önemli özelliği olan “çok-kültürlülük” ilk defa soldan hedef alınıyordu. İngiliz basınının sağ kanadının önde gelen temsilcilerinden The Telegraph gazetesi tarafından hararetle karşılanan Kelly’nin sözleri, yaptığı hataları sorgulamaktan kaçınarak topu hep karşı tarafa atan bir siyasetin gelip varacağı yerin bizzat kendisi olduğunun da en hazin örneğini teşkil ediyor.
İngiltere’nin Özbekistan büyükelçisi iken İslam Kerimov rejiminin baskıcı uygulamalarını ve Blair hükümetinin ona destek vermesini açıkça eleştirdiği için iki sene önce görevinden alınan Craig Murray, 18 Ağustos’ta The Guardian’da yayımlanan makalesinde, zanlıların hiçbirinin uçak bileti almadığını, hatta birçoğunun pasaportunun dahi bulunmadığını anlatıyordu. Müslümanlara karşı gittikçe bir cadı avına dönüşen uygulamalara dikkat çeken Murray, İngiliz halkını hem iddia edilen bu plan, hem de ondan yararlanmaya çalışan politikacılar hakkında şu sözlerle sarmaya çalışıyordu: “Şüpheci olun. Hem de çok, çok şüpheci olun!” Evet, zaman şüphe etme zamanı. Bizi korku imparatorluğunun kâbuslarına çekmeye çalışan herkesten ve her şeyden…
Paylaş
Tavsiye Et