PAKİSTANLI bir arkadaşım anlatmıştı. Ateist olarak geçirdiği ilk gençlik yıllarının ardından koyu Katolik bir hanımla evlenir. Hatta nikah akdinden önce, çocuklarını Katolik ahlak ve maneviyatı üzere yetiştirmeyi kabul ettiğine dair bir ahitname imzalar. Fakat zamanla içinde derin bir anlam arayışı kök salmaya başlar. Bir yanda kendi İslami kökleri, diğer yanda Katolik aile çevresi ve arada bocalayan kişisel ateizmi. Hummalı bir okuma ve araştırma sürecine girer. Farklı din ve uluhiyet anlayışlarını incelemeye koyulur. Sonunda çektiği manevi ıstırab, bir gece gördüğü manidar bir rüya ile zail olur. Düşünde Hz. İsa, dudaklarında İhlas suresinden ayetler, ona doğru yürüyordur.
Papa’nın Almanya konuşması, İslam uluhiyet anlayışına eleştirel atıflarda bulunsa da, aslında Hıristiyan ilahiyatının iç gerilimlerini göstermesi bakımından önemli. Bu açıdan konuşmada iki kritik alan tesbit etmek mümkün. İlki, Hıristiyanlığın, genelde İbrahimi geleneğin, Helen mirasıyla olan ilişkisi hakkında söylenenler. Batı medeniyeti açısından bu meseleyi sembolik olarak iki eksen şehre atıfla tartışmak adettir: Atina ve Kudüs. Atina, Yunan-Roma mirasını temsil ederken, Kudüs Yahudi-Hıristiyan geleneğinin remzidir. Biri nazari düşünce ve aklın kürsüsü, diğeri iman ve vahyin mabedidir. Bu iki kurucu unsurun birbirleriyle nasıl telif edileceği, iki şehrin öyküsünün nasıl yazılacağı, Hıristiyan ilahiyatının bugün de süren merkezî tartışmalarından biridir. Sonuçta tarih içinde Helenleşmiş Hıristiyanlık giderek güçlenen bir sentez halini alsa da, bu iki kutuplu gerilim dinmemiştir.
Tartışmaya bugünkü güncelliğini verense birbiriyle irtibatlı iki önemli dinamik. Birincisi modernitenin makro süreçlerinin, özellikle sekülerleşmenin, söz konusu kutuplardan biri aleyhine seyretmiş olması. Yani Atina-Kudüs gerilimini tırmandıran genel dinamik, modernitenin özellikle Avrupa’da dini, peyderpey marjinal ve savunmacı bir konuma sürüklemesi. Buna karşı Papa konuşmasında aslında incelikli bir söylem stratejisiyle, Helen mirasını tasdik edip sahiplenerek, moderniteyle dini dışarıda bırakmayan bir irtibatın yollarını arıyor. Hıristiyanlığa, Helen mirası üzerinden, modernite nezdinde meşru bir varlık alanı açmaya çabalıyor.
Papa’yı harekete geçiren diğer dinamik ise Hıristiyan ilahiyatına biraz daha içsel bazı tartışmalardan kaynaklanıyor. Bu noktada Pascal’ın bizi “feylesofların tanrısından İbrahim’in Tanrı’sına” çağıran meşhur sözüne yapılan atıf anlamlı. Bu sözde ifadesini bulan, esasen Helen mirasının Hıristiyan uluhiyet anlayışını çarpıttığı fikridir. Bu fikir Pascal’la sınırlı kalmadığı gibi, sonraları Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilanı ve özellikle Heidegger’in Tanrı’yı bir töz-varlık kipi olarak görüp kavramsal şemalara sıkıştıran geleneksel felsefi-metafizik teolojiye (onto-teoloji) yönelttiği tenkitlerle daha bir pekişmiştir. Felsefileşmiş (aslında Helenleşmiş) uluhiyet anlayışlarına karşı önceki çağlarda gösterilen dinî tepkiler, modern dönemde bir bütün olarak metafiziğin sorgulanışıyla birleşince, çok daha güçlü bir ilahiyat eleştirisini getirmiştir. Bugün bile din felsefesindeki en ilginç tartışmalar, metafizikten sonra dinin imkanı ya da metafiziğin rağmına (post-metafizik) bir din ve uluhiyet tasavvurunun imkanı üzerine yapılan tartışmalardır.
Helen mirasını sorgulamaya dönük bu tür eğilimler aslında bizde de farklı etkiler altında izlenebilir. 20. yüzyıl başlarında yazan Muhammed İkbal’in ana temalarından biri, Yunan metafiziğinin İslam kelamına yaptığı menfi tesirlerdi. Yine yakın zamanda kaybettiğimiz Şakir Kocabaş’ın da sürekli vurguladığı ana tezlerinden biri, Kur’an’da bulunmayan ve Yunan felsefesi tesiriyle İslam düşüncesine giren ‘varlık’ kavramının Kur’an’ın kendi iç kavramsal sistematiğini perdelediğiydi. Papa’nın ve Katolik Kilisesi’nin Helen-karşıtı eğilimlere tepkisi ise yalnızca asırlardır süren felsefi-teolojik bir tartışmaya müdahale değil; aynı zamanda siyasi-teolojik bir müdahale. Zira Helenleşmiş Hıristiyanlığın ana akım olduğu Batı dünyasında Helen mirasını sorgulamak, aslında kurumsallaşmış Hıristiyanlığa karşı tepkinin ifade yollarından biri olmuştur. Bu bakımdan Papa’nın konuşması kurumsallaşmış Hıristiyanlığın yeni bir savunusu olarak da okunabilir.
Papa’nın konuşmasında gündeme getirdiği ikinci kritik alan, mutlak aşkınlık fikrinin ve iradeci uluhiyet anlayışının (teolojik voluntarizm) dinî tasavvur aleminde yarattığı problemler. Papa bu noktada İslam’a atıfta bulunsa da, aslında ilahî aşkınlık meselesi çok daha derin bir biçimde Hıristiyan ilahiyatında kendini hissettirir. İslam’da tenzih-tesbit dengesi ile aşılmaya çalışılan bu mesele, Hıristiyan ilahiyatında genelde ya karmaşık bir teslis teolojisi ya da keskin bir imancılık (fideizm) doğurur. Bu gerilimin en berrak ifadesini Kierkegaard’da buluruz. Hegel’in geçici bir bilinç durumu olarak gördüğü “mutsuz bilinç”, Kierkegaard’da insanlık durumumuzun aşılamaz vasfı olur. Tanrı ile asla bir tevhide varamayan, vuslatı tadamayan müminin durumu, daimi bir mutsuz bilinç hali, bir öz-yabancılaşma olarak tezahür eder. Hiçbir (Hegelci) üst sentez, insanı bu gerilimin aşılmasına götürmez. Mutsuzluk şuuru insan için artık bir sabitedir. İlahi aşkınlığın nasıl anlaşılması gerektiği sorunu İslam medeniyetinde de muhtelif yaklaşımlara uç vermiş, fakat hiçbir zaman Hıristiyanlığın gelip dayandığı bu noktaya varmamıştır. “Tanrı’nın ölümü Hıristiyan bir fenomendir” diyen Derrida, “Hıristiyanlık, dinin sonunun dinidir” diyen Gauchet, sözleriyle buna şehadet etmiş olurlar.
Aslında Papa’nın konuşmasını bizim için problemli kılan, İbrahimi dinler için her zaman meşru birer tartışma konusu olan bu türden meseleleri gündeme taşırken, İslam’ın ancak bir tür karşı-model (anti-model) ya da bir suimisal olarak zikredilmesi. İşte bu noktada Papa’nın felsefi-teolojik müdahalesi, karşımıza Avrupaî bir teolojik muzafferiyet söylemi olup çıkıyor. Fakat bu teolojik zafer söylemi, yalnızca İslam-Batı ya da Türkiye-AB ilişkileri açısından değil, Hıristiyan dünyası içinde doğurabileceği gerilimler açısından da dikkatle izlenmeye değer. Avrupa, Katolikliğin ve genelde Hıristiyanlığın demografik, etnik ve kültürel yayılımı açısından giderek marjinalleşen bir coğrafya. Artık en iyi Hıristiyanlar Avrupa’dan değil, Asya ve Afrika’dan çıkıyor. Bölgesel kiliselerde özerklik talepleri artıyor. Avrupa’nın periferiye döndüğü bir Hıristiyan dünyasında, Papa’nın merkeziyetçi muhafazakâr temayüllerle Avrupa’nın hamiliğine soyunması, Katolikliğin iç çeşitliliği açısından da ciddi sorunlar yaratabilir. Vatikan’ın siyasi teologları bunu hesaba katacak mı?
Paylaş
Tavsiye Et