BAZI makro göstergeler bahar havası izlenimi verse de Türkiye, ekonomide zorlu bir dönemden geçiyor. Geçmiş dönemlerde krizler, yüksek enflasyon, kurlardaki belirsizlik, yolsuzluklar ve denetimsizlikler ekonomiyle ilgili gerçeklerin görülmesini engelliyordu. Ekonomik ve siyasî istikrarın sağlanması, enflasyonun düşmesi, belirsizliğin azalması bu gerçekleri birer birer su yüzüne çıkardı. Ancak, Türkiye hâlâ gerçekleri konuşma ve tartışma konusunda yeterli cesaret ve istekliliği ortaya koyamıyor. Ekonomi gündelik tartışmaların, siyasetin ve geçici çözümlerin deneme tahtası oluyor.
Son zamanlarda tartışmaların odağında yer alan kurumların başında, gerek uyguladığı politikalar, gerekse yönetim kadrosunda yapılacak değişiklikler nedeniyle Merkez Bankası (MB) geliyor. Türkiye ekonomisindeki sorunlar ve çözümsüzlükler bir şekilde MB’yle ilişkilendiriliyor. Bu bakış açısının, özünde, ekonomideki birçok sorunun para politikalarıyla çözülebileceği şeklindeki yanlış kanıya dayandığı söylenebilir. Yaşananlar ve yapılan tartışmalar, Banka’nın konumu ve rolü üzerinde bir daha düşünmeyi gerekli kılıyor.
Nisan 2001’de ilan edilen Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’yla, Türkiye’de istikrarlı büyümenin sağlanması ve istihdamın iyileştirilmesi için, ekonomide belirsizlik yaratan, çarpıklıklara yol açan yüksek enflasyonun hızla düşürülmesi öncelikli hedef haline getirildi. 25 Nisan 2004 tarihli ve 2451 sayılı Kanun’la MB’nin temel hedefi, “fiyat istikrarının sağlanması” olarak tanımlandı. Bu kanun gerek geçmiş tecrübeler, gerekse dünyadaki gelişmelerden hareketle MB’ye araç bağımsızlığı getirirken, Banka’yı hükümetlerin manipülasyonundan koruyacak yasal düzenlemeler de yapıldı.
Türkiye kısa bir süre içerisinde enflasyonu kontrol altına almayı başardı. Örtük enflasyon hedeflemesinin uygulandığı 2002-2005 döneminde enflasyon %73’ten %8’lere kadar indirildi. Elde edilen başarı büyük ölçüde MB’ye mal edilse de, aslında bütçede, kamu borç yapısında gerçekleştirilen iyileşmeler ve bazı sektörlerdeki yapısal reformlar enflasyonun düşürülmesinde önemli rol oynadı. Türkiye, daraltıcı politikalarla enflasyonu kontrol altına almaya çalıştığı bu süreçte birikimli olarak %30’lara varan bir büyüme başarısını da gösterdi. Bu noktada, AB üyelik sürecinin getirdiği iyimser hava başta olmak üzere, dünya ekonomisindeki genel büyüme trendi, artan küresel likidite gibi dış unsurların katkısını da göz ardı etmemek gerekiyor.
Ekonominin işleyişi daha sağlıklı bir yapıya kavuştukça, MB kararlarının, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ekonomik aktörler için ehemmiyeti ve belirleyiciliği artmaya başladı. Beklentilerin merkezî bir konuma sahip olduğu mevcut ekonomik sistem içerisinde, bu beklentileri karşılamak ve doğru bir yöne kanalize etmek için, MB’de şeffaflığın, hesap verilebilirliğin devam etmesi daha fazla önem kazandı ve bu alanlarda ciddi ilerlemeler kaydedildi. Ayrıca, enflasyonun tek haneli rakamlara gerilemesiyle MB, ekonomiyle ilgili diğer gelişmeleri ve politikalarının makro ekonomik göstergeler üzerindeki etkilerini daha yakından takip etmeye başladı.
Türkiye 2002-2005 döneminde, acil olan finansal ve mali rehabilitasyon konusunda önemli bir mesafe kat etti. Artık, yazının girişinde bahsedilen zorlu sürece, yani yapısal dönüşüme odaklanmak gerekiyor. Ne var ki, son günlerde ekonomi gündemini bir hayli meşgul eden kur lobisi ve enflasyon lobisi gerilimi gibi tartışmalarla asıl nokta ıskalanmaya devam ediyor. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana işçisiyle, çiftçisiyle, sanayicisiyle küresel kapitalizme direnen Türkiye, bugün ekonomide hızlı bir çözülme yaşıyor. 1980’de 24 Ocak kararları sonrası ekonominin dışarıya açılmasıyla başlayan bu süreç, 1989’da sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştirilmesiyle devam etti ve 2002 Şubatı’nda imzalanan 18. stand-by anlaşmasıyla hız kazandı. Eğer Türkiye’de hükümetler, bürokrasi ve özel kesim bu sürecin yönetilmesinde gerekli iradeyi ve başarıyı ortaya koymazsa yakın gelecekte daha büyük sorunlarla karşılaşılması kaçınılmaz görülüyor.
Türkiye’de 2020–2025 yılına kadar devam etmesi beklenen bu sürecin en belirgin unsurlarının başında istihdam yapısında yaşanan değişme geliyor. 1980–99 döneminde istihdamın %51’i tarım sektöründeydi, bugün oran %33’e gerilemiş durumda. AB’de %6 seviyesinde olan bu oranın müzakere sürecinde Türkiye’de en az %10’lara çekilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk.
Yeniden yapılanma sürecinde ekonominin belkemiğini oluşturan KOBİ’lerin rolü de değişiyor. Türkiye’de öteden beri büyük ölçüde nihaî tüketiciler için üretim yapan KOBİ’ler arasında, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, büyük sanayicilere girdi sağlayanların artması bekleniyor. Öte yandan Türkiye dünya ekonomisine, uluslararası finans piyasalarına daha fazla eklemlenirken; iç piyasadaki rekabet de giderek artıyor. Rekabetin kızışması şirketleri verimlilik artışına zorladığından sermaye, işgücü gibi faktörlerin üretim içerisindeki payları azalıyor ve bu faktörlerin getirileri (kârlar, ücretler) daralıyor. Bununla birlikte, düşük enflasyonlu süreç iş yapma biçimlerini ciddi biçimde değiştiriyor. Ekonominin bu yeni dinamiklerine intibak edemeyen ve çoğunluğunu aile şirketlerinin oluşturduğu KOBİ’lerde ciddi bir çözülme tehlikesi bulunuyor.
Ayrıca Türkiye’de özelleştirmelerle birlikte kamu ekonomisi küçülüyor. Özel sektörünün yükseldiği, piyasaların derinleştiği bu dönemde piyasaların dengeli ve düzgün işleyişini sağlayacak düzenleyici kurumların oluşturulması ve güçlendirilmesinin gerekliliği ortaya çıkıyor. Yine yerli ve yabancı yatırımları teşvik etmek için bürokraside iyileştirmelerin yapılması gerekiyor. Rekabet gücünün korunması ve verimliliğin artırılması noktalarında teknolojik yatırımlar, yenilikler, AR&GE harcamaları önem kazanıyor. Ayrıca bu süreçte;
• Türkiye’nin rekabet avantajının olduğu öncelikli sektörlerin belirlenmesi ve desteklenmesi,
• Gelişmiş ülkelerde milli gelirin yaklaşık olarak 2/3’ünü üreten hizmetler sektörüne ağırlık verilmesi,
• Finans piyasalarının derinleştirilmesi, risk paylaşım araçlarının ve kredi imkanlarının güçlendirilmesi,
• Enerjide arz güvenliğinin garanti altına alınması, temiz ve ucuz enerji kaynaklarının artırılması,
• Eğitim reformunun yapılması ve yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun donanımlara sahip nitelikli insan gücünün yetiştirilmesi gerekiyor.
Yukarıda sayılanlar, uzun dönemde büyümeyi ve sürekli refah artışını mümkün kılacak unsurlardır. Bu faktörleri göz ardı ederek yapılacak her türlü düzenleme, atılacak her adım günübirlik çözümler olmaktan öteye gitmeyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et