BİR zamanlar ekonomistler arasında yaygın bir söz vardı: “Amerika hapşırdığı zaman, bütün dünya nezle olur.” Bugünlerde herkes nezle; ancak hapşıran Amerika değil, Çin. Artık Çin Merkez Bankası Başkanı’nın iki dudağı arasından çıkacak her söz, dünya döviz piyasalarını hareketlendiriyor. Şanghay Borsası’ndaki ani bir hareketlenme, dünya borsalarında panik havası estiriyor. Bu yazıda Çin’in ekonomik yükselişine ve bu yükselişin dünya sistemi üzerindeki etkilerine dair üç temel yaklaşımın özetini bulacaksınız. Dilediğinizi benimseyebilirsiniz.
I. Dünyanın Merkezindeki İmparatorluk
Çin, Çincede merkez imparatorluk anlamına geliyor. Mevcut kalkınma performansının sürmesi halinde 2050’de Çin’in gerçek değerler bazında dünyanın en büyük ekonomisi olacağı göstergesi, birçok kimseyi dünyanın patronunun Çin olacağına ikna etmiş durumda. Ekonomik reformların gerçekleştiği 1979’dan bu yana Çin ekonomisi her yıl yaklaşık %10 büyüme kaydetti. Çin ABD, AB ve Japonya gibi diğer dünya ekonomik bloklarının en büyük ticari partneri durumunda. Bu ülkelerle ticaretinde avantajı elinde tutan Çin, sürekli olarak para depoluyor. Devasa pazar potansiyeli, ucuz işgücü ve istikrarlı siyasi ortamı Çin’i bir dünya üretim merkezi haline getirmiş durumda.
Çin aynı zamanda bir finans merkezi olma yolunda ilerliyor. Çin, Merkez Bankası’nda tutulan 1 trilyondan fazla dolar ile dünyanın en büyük Amerikan doları rezervine sahip ülkesi. Bunun Amerikalılara kabus gördürme nedeni açık: Çinliler ellerindeki finansal gücü dolardan başka kurlara endeksli daha farklı yatırımlarda kullanmak isterlerse, bir anda Amerikan ekonomisini batırabilirler. Çin’in dalgalı kur politikası ve ABD’nin elinde önemli miktarda yuan rezervi olmamasından dolayı, ABD’nin karşı manevra kabiliyeti bulunmuyor.
Diğer tarafta Çin, Asyalı komşusu Japonya’nın aksine Amerikan hegemonyasındaki siyasi sistemin bir üyesi değil. Dış politikasını ABD’den ve genel anlamda Batı’dan bağımsız konuşlandırıyor. Geçmişte dış politikada kendisini sadece Tayvan konusuyla sınırlayan Çin, artık daha aktif bir çizgi takip ederek, Afrika’dan Latin Amerika’ya uzanan bir hatta yoğun bir diplomasi yürütüyor. Verdiği kredilerle birçok ülkenin İMF, daha doğrusu ABD ile borç bağlantısını kesmiş durumda. Özellikle Çin’in Batı’nın ekonomik ve siyasi ablukası altındaki Sudan ve ABD’nin arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ile giderek yoğunlaştırdığı ilişkiler dikkat çekiyor. Çin’in silahlanma bütçesini %17 artıracağını açıklaması da aktif dış politikasındaki işaretlerden biri. Hegemonyanın el değiştirmesinin ancak ABD ile ekonomik ve askerî kapışma neticesinde mümkün olabileceğinin bilincindeki Çin’in geleceğe hazırlık yaptığını söylemek mümkün.
II. Çin Şişirilmiş Bir Balondur
Çin’in ekonomik büyümesinin bu ülkeyi bir dünya lideri haline getirmeyeceği görüşünü savunanlar ise onun hiçbir zaman yenilikçi bir ekonomi olamayacağını ileri sürüyorlar. İyimser Batılılar ve gerçekçi Çinlilerin dahil olduğu bu grubun görüşüne göre Çin, Batı’nın ucuz işgücü bulduğu bir üretim merkezinden ibaret ve dünya ekonomik sisteminde oynadığı rol de bundan ileri gidemeyecek. Teknoloji gerektiren üretim birimlerinde Çin dünyaya orijinal bir ürün sunamıyor; hatta bu konuda bilgisayar programcılığı alanında atılım yapan Hindistan’ın bile gerisinde kalıyor. Diğer taraftan Çin bir küresel ekonomik model olmaktan çıkmış durumda. Artık dünya ekonomik sistemine alternatif sunabilen sosyalist bir modelden değil, tek parti rejimine sahip otoriter bir kapitalist rejimden bahsediyoruz. Küresel kapitalist sistemde Çin’in oynayabileceği rol, Wallerstein’ın dünya sistem modelindeki merkez ülkeye değil, yarı çevre ülkeye tekabül ediyor.
Çin’in silahlanması da bu görüş sahiplerini fazla rahatsız etmiyor. Zira Çin askerî gücünü ne kadar artırırsa artırsın, ABD boyutuna gelmesi bir yüzyıl süresince mümkün değil. Diğer taraftan Çin kendi arka bahçesi olan Asya’da ABD tarafından Japonya-ASEAN-Hindistan hattı üzerinden rahatlıkla kuşatılabilir. Örneğin Çin’le yakınlığına rağmen Vietnam’ın son yıllarda ABD ile çok derin ilişkiler geliştirmiş olması bu ülkenin Çin’e karşı denge arayışından kaynaklanıyor. Çin’in etrafındaki bütün ülkelerin, bilhassa Japonya, Hindistan, Endonezya ve Avustralya’nın benzer kaygılar taşıdığı da malum. Kısacası Çin çok rahat bir şekilde Asya’dan çıkamaz hale getirilebilir. Çin’de etnik azınlık sorunları yoluyla, rejimin baş edemeyeceği bir iç karışıklık çıkartılması da her zaman mümkün.
Çin’in ekonomik büyümesinin de enerji ve çevre krizleri nedeniyle sürdürülebilir olmadığı düşünülüyor. Çin büyüyen ekonomisiyle enerji kaynakları açısından tamamıyla dışarıya bağımlı bir ülke durumunda. Petrol arzının Çin ve Hindistan’ın ekonomik kalkınması nedeniyle giderek talebe yetişmemesi ve birçok petrol rezervinin gelecekteki elli yıl içinde tükenecek olması diğer ülkeler gibi Çin açısından da ciddi bir tehdit. Ayrıca Çin çok ciddi bir su kriziyle de karşı karşıya. Bütün bu faktörlerin oluşturacağı bir ekonomik kriz, sahip olduğu dev nüfus açısından çok ciddi bir siyasi çalkantıyı beraberinde getirebilir. Unutulmamalıdır ki otoriter rejimler ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilirler ama krizlere karşı demokrasiler kadar dayanıklı değildirler. Çin’deki rejimi bugün için ayakta tutan ve halkını demokratikleşme taleplerini ertelemeye ikna eden, ekonomik kalkınma performansından başka bir şey değildir. Kısacası Çin’in yükselişi bir balondur ve kolaylıkla patlayabilir.
III. Çin’in Hegemonya Hevesi Zaten Yok
Her küresel düzen, kuralları yazacak ve istikrar kazandıracak bir hegemonik güce muhtaçtır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD küresel sistemin dümeninde. Ve Çin’in de ABD’nin yerine hegemonik bir güç olarak devreye girme konusunda bir acelesi yok. Zira bu iş son derece masraflı. ABD açısından bu masraf, halen devam eden Irak Savaşı’nın maliyeti de dahil olmak üzere, yılda 600 milyar dolarlık bir askerî bütçe demek. Çin’in dış politikasındaki öncelik mevcut ekonomik istikrarın sürmesi. Ve bu istikrar önemli ölçüde ABD’ye yapılan ihracata dayalı olduğu için ABD’nin istikrarı aynı zamanda Çin’in de istikrarı demek. ABD hegemonyasını devirmek için girişilecek bir silahlanma yarışı Çin’i iflasa sürükleyebilir.
Bu lüzumsuz bir iştir de. Zira Çinliler masrafların Amerika tarafından karşılandığı bir düzende yaşamaktan memnunlar. Çin, ABD ile başabaş bir silahlanma yarışı yerine parasını AR-GE yatırımlarında kullanma ve teknolojik bağımsızlığa kavuşma çabasında. Kasabanın kovboyu düzeni sağlıyorsa Çinli tüccar için ortada bir sorun yok demektir. ABD’nin de çıkarı üretim ve finans faktörleri açısından Çin’i ayakta tutmaktan geçecektir. Tüccar düzenden değil, istikrarsızlıktan rahatsızlık duyar. Burada Çinlinin yapacağı iş, zaten ondan kazandığı dolarların bir kısmını kovboyun cebine sıkıştırmaktan ibarettir. Kovboy bir gün iyice yaşlanana kadar da bu iş böyle sürecektir…
Paylaş
Tavsiye Et