TÜRKİYE 22 Temmuz’da hem iç sosyo-politik dengeler, hem de uluslararası konjonktür açısından son derece hassas bir seçime gitmeye hazırlanırken, terör örgütü PKK’nın tırmanışa geçen eylemleri, Kuzey Irak’a yönelik bir askerî operasyonu kamuoyu tartışmalarının merkezine oturttu. Kış koşullarının da etkisiyle sakin geçen bir dönemin ardından, PKK’nın Mart sonlarında yeniden mayınlar patlatmaya ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile çatışmaya girmeye başlaması, Türkiye’yi zor günlerin beklediğinin habercisiydi. Mesut Barzani yönetimindeki Kuzey Irak özerk Kürt yönetiminin, PKK’yı engellemek şöyle dursun, örgüte destek verdiği herkes tarafından biliniyor. Ve Irak’taki ABD işgal güçlerine en büyük desteği veren kesimin aynı grup olması, Türkiye açısından durumu daha da zorlaştırıyor. Zira ABD yönetiminin isteyeceği en son şey artık bir kangrene dönüşen Irak’ın kaotik ortamı içinde sürdürmeye çalıştığı işgalinin bir numaralı destekçisi olan Kürt yönetimini karşısına almaktır. TSK ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Kürt yöneticiler ile herhangi bir görüşme yapılmasına yanaşmaması, hükümetin görüşme yanlısı tavrına karşı çıkmaları ve Kürt yönetimine ABD üzerinden mesaj vermeleri, bu durumu biraz daha çetrefilleştiriyor.
Türkiye’yi, birçok yerli ve yabancı yorumcu tarafından dönüm noktası olarak nitelendirilen bir seçim öncesinde, herkeste “Acaba 90’lı yıllara geri mi dönüyoruz?” endişesini uyandıran bu noktaya getiren süreci, aslında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 12 Nisan’da düzenlediği ve “yeni cumhurbaşkanının sözde değil özde laik olması gerektiği”ni vurguladığı basın toplantısı ile başlatmak mümkün. Akredite basın mensuplarından oluşan bir dinleyici topluluğu karşısında PKK’nın artmakta olan hareketliliğine dikkat çeken Büyükanıt, “Kuzey Irak’a yönelik bir sınır ötesi harekat yararlı olur” şeklindeki görüşünü ilk defa bu toplantı esnasında kamuoyuna ilan etti. Ancak o sırada Türkiye gündemi tamamen cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenmiş ve terör de henüz şimdiki boyutlarına ulaşmamış olduğu için, Kuzey Irak’a operasyon meselesi üzerinde fazla durulmadı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin muhalefet partileri eliyle krize dönüştüğü noktada ise Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan gece yarısı TSK’nın internet sitesinde laiklik vurgulu bir e-bildiri yayınlayarak yeni bir gelenek başlatıyordu.
Türkiye’de ordunun siyasete yönelik beşinci müdahalesi olarak tarihe geçen bu e-muhtıra sonrasında, mevcut Meclis’in yeni cumhurbaşkanı seçemeyeceği kesinlik kazanırken, genel seçim tarihi 22 Temmuz olarak belirlendi. AKP hükümeti ülkeyi kazasız belasız seçimlere götürüp, cumhurbaşkanı seçmesi için gereken 367’nin üzerinde milletvekili elde edebileceği bir oy oranı kazanmaya çalışırken; PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da gerçekleştirdiği eylemler de yoğunlaşıyordu. Ancak Kuzey Irak operasyonunun, muhalefet partilerinin söylemlerinden medyaya, oradan da vatandaşın konuşmalarına kadar uzanan bir yelpazede ana gündem maddesine dönüşmesi, 22 Mayıs’ta Ankara Ulus’ta meydana gelen ve 7 kişinin ölümüne, 100’den fazla kişinin de yaralanmasına yol açan intihar saldırısından sonra gerçekleşti. Büyükanıt’ın, Ankara’daki saldırının hemen ardından, bu saldırının benzerlerinin tüm büyük şehirlerde olabileceğini söylemesi ile zaten büyük bir endişeye kapılmış olan kamuoyu, 24 Mayıs’tan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan art arda şehit cenazelerinin gelmesiyle birlikte, güvenlik kaygısı etrafında şekillenen ve kayıpların acısıyla derinleşen büyük bir psikolojik savruluş yaşadı.
Hudson Enstitüsü olayında da adı geçen Genelkurmay Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) tarafından 31 Mayıs-1 Haziran tarihlerinde İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen “Güvenliğin Yeni Boyutları ve Uluslararası Örgütler” konulu Uluslararası Sempozyum’un açılış konuşmasını yapan Genelkurmay Başkanı, Kuzey Irak’a yönelik askerî bir operasyonun gerekliliğini ifade ederken; Başbakan Tayyip Erdoğan ve ekibi böylesi bir müdahaleye sıcak bakmadıklarını, terörle mücadelede önceliğin ülke içinde olması gerektiğini savunuyordu. Ülke güvenliği ile ilgili hayati bir konuda asker ile sivil yönetim arasında kamuoyu önünde yaşanan bu tartışma, ülkedeki mevcut kutuplaşma halini daha da arttırırken, Türkiye’nin dış dünyaya verdiği kriz görüntüsünü de güçlendiriyordu.
Bu gergin ortamda PKK saldırılarında şehit edilen erler ve yüksek rütbeli subaylar için ülkenin dört bir yanında düzenlenen cenaze törenleri, AKP hükümetini hedef alan protesto gösterilerine sahne olmaya başladı. Ulusalcı-milliyetçi grupların cami avlularında attıkları “vatan haini, katil, işbirlikçi AKP” sloganlarına, acılı şehit ailelerinin cenazeye katılan hükümet üyelerine karşı sergiledikleri soğuk ve suçlayıcı tavırlar da eklenince, terör karşısında zafiyet sergileyen, üstüne üstlük TSK’nın da terörle etkili şekilde mücadele etmesini engelleyen bir hükümet tablosu çizilmiş oldu. Manisa’daki şehit cenazesinde, törene katılan Meclis Başkanı Bülent Arınç’a karşı neredeyse linç boyutlarına varan tepkiler gösterilmesi, halkın en azından bir bölümünün içinde bulunduğu psikolojinin en çarpıcı göstergelerinden birisiydi.
Bütün bunların üstüne, Genelkurmay Başkanlığı’nın 8 Haziran gece yarısı yine internet sitesinde, Türk halkını teröre karşı kitlesel tepki göstermeye çağıran bir basın bildirisi yayınlanması, yaşanan sürecin boyutlarını derinleştirirken; hükümetin içinde bulunduğu çaresizliği biraz daha açığa çıkardı. 27 Nisan muhtırasını büyük bir coşkuyla karşılayan CHP’den MHP’ye kadar uzanan muhalefet partileri, Genelkurmay’ın, hiçbir teamüle sığmayan ve Türkiye şartlarında önü alınamayacak olayların yaşanmasına yol açma riskini taşıyan böylesi bir çağrı yapması ve güvenlik meselelerini hükümet ile kamuoyu önünde tartışmaya yönelmesini, AKP’ye karşı bir koz olarak kullanmakta hiçbir beis görmediler. PKK terörünü besleyen ortamın izalesi için yapılması gerekenleri ortaya koymanın yanından bile geçmeyen muhalefetin, seçim meydanlarında AKP’yi terörle mücadele edememekle suçlaması, hatta işi AKP’yi vatan hainliği ile itham etmeye kadar vardırması, muhalefetin çatışmacı tavrı yüzünden gittikçe kırılganlaşan Türk siyasetinin, güvenlik ve terör ekseni üzerinden yeniden ve biraz daha daralarak şekillenmesine sebep oluyor. Bu şekilleniş içerisinde, çözümü için askerî araçların yanında sosyal ve ekonomik araçların da gerektiği çok katmanlı ve uzun geçmişli bir devlet meselesi olan terör, AKP hükümetinin aşil topuğu haline gelirken; Türkiye’de siyasetin icra ediliş biçimi ve gitgide siyasetçilerin kendileri patolojik bir konuma evriliyor.
Kuzey Irak’a yönelik bir sınır ötesi operasyonun, dâhilî ve haricî şartlar açısından son derece yanlış bir adım olacağı ortadayken, Türkiye’nin yapması gereken PKK ile askerî mücadelede ülke sınırları içine odaklanıp, Kuzey Irak’taki durumu diplomasi ile çözmeyi öncelemek olmalıdır. Muhalefetin içinde bulunduğu aymazlıktan kısa vadede uzaklaşması zor görünüyor. Ancak Türkiye’de sivil duyarlılıkların ve demokrasi bilincinin gelişen varlığı, mevcut bütün siyasi partilerin, eninde sonunda siyasetin alanını daraltan tavırların kolaycılığı içinde Bizans oyunları oynamaktan vazgeçmelerine yol açacaktır. Aksi bir durum, Türkiye’nin hayat alanını ve imkanlarını kendi eliyle daraltmasına neden olur.
Paylaş
Tavsiye Et