GEÇTİĞİMİZ yıl Merkez Bankası Başkanlığı’na atama yapılmasının ardından en çok konuşulan olay hiç şüphesiz yeni Başkan’ın evinin kapısının önünde duran üç çift ayakkabıydı. Bazılarının “Beyaz Türklerin tasfiyesi” ya da “garibanizm ihtilali” olarak yorumladıkları hadisede temel mesele, böylesine üst düzey bir pozisyon için belli bir yaşam tarzının öngörülmesi ve yeni başkanın kapıdaki ayakkabılar dolayısıyla bu pozisyona layık görülmemesiydi. Aynı şekilde Deniz Baykal’ın 2002 yılında Tayyip Erdoğan’ın siyasi geleceğini belirleyecek kararı almak üzere kurmaylarıyla CHP’li bir vekilin evinde yaptığı toplantı da beş yıl aradan sonra “Terlikli Zirve” olarak medyada genişçe yankı buldu. Toplantıda ev içinde terlik giyilmesi şaşkınlıkla karşılanmış ve CHP gibi modernizmin bayraktarlığını yapan bir partinin kurmaylarına bu tavır kondurulamamıştı. Görüldüğü gibi ayakkabıyı kapıda çıkarmak ve ev içinde terlik giymek belli bir yaşam tarzının kodları olarak okunuyor. Ancak bu okuma eylemi aynı zamanda sınıflama eylemini, bu da yargılama ve küçümseme eylemini beraberinde getiriyor. Fakat daha da ilginç olan, ayakkabıyı kapıda çıkarmanın ve evde terlik giymenin bu denli şaşkınlıkla karşılanması. Türkiye genelinde evde ayakkabı ile gezenler ve kapıda ayakkabı çıkaranların istatistiği çıkarılsa -ki böyle bir istatistiğe ihtiyaç hâsıl değil, hangisinin daha yaygın ve kabul görür olduğu ortada- bu taaccübün anlamsızlığı da o derece aşikâr olur. Ancak bu aşikârlık, bu taaccübün arkasındaki zihniyeti görmezden gelmeye engel değil elbet.
Geçtiğimiz günlerde Prof. Şerif Mardin’in Ayşe Arman’a verdiği röportajda telaffuz ettiği “mahalle baskısı” ifadesi -her ne kadar Şerif Mardin o maksatla kullanmamış dahi olsa- sözü edilen yaşam tarzını ifade etmek için sıkça tartışılır oldu. Öyle ki, “Otobüsçüye namaz molası baskısı yapılıyor” iddiasını Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramına dayandırıp “Hayat tarzımız tehlikede” sonucuna vararak “darbe uyarısı” yapan gazeteciler bile oldu. Yine Arman’ın “Ya biz farkında bile olmadan, gittikçe etek boyları uzarsa... Eğer benim hayat tarzım değişmek zorunda kalacaksa, Boğaz’da istediğim gibi içki içip balık yiyemeyeceksem, istediğim gibi giyinemeyeceksem ben ne yapacağım?” sorusuna cevaben aslında bambaşka şeyler anlatan Şerif Mardin’in sözleri “Geleceğinin tehlikede olduğunu düşünen kadınlar haklı” şeklinde yorumlandı ve sonuçta “modern hayat tarzı”nın tehlikede olduğunu düşünenler ne gariptir ki, Şerif Mardin gibi bir hocadan endişelerinin haklılığına dair sertifika aldılar.
Bu örneklerden yola çıkarak AKP iktidarına özgü gibi gösterilen ancak geçmişi çok daha eskilere dayanan bir hayat tarzı çatışmasından bahsetmek mümkün. Ancak bu mücadelenin başlıca aktörlerini hayat tarzlarının tehlikede olduğunu düşünenler oluşturuyor diyebiliriz. Onların hayat tarzını “tehlikeye attığı” iddia edilen grup ise -şimdilerde AKP olduğu iddia ediliyor- diğerleri gibi sahip olduğu hayat tarzını değil, kendini savunmak zorunda. Çünkü kabul gören ve hiyerarşik olarak üstte bulunduğu iddia edilen yaşam tarzının aktörleri bu yaşam tarzları dolayısıyla kendilerini ‘seçkin’ olarak görüyorlar ve kendilerine diğerlerinin -bu diğerleri Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahi olsa- üstünde bir konum biçiyorlar.
Belli bir yaşam tarzını diğerlerinin üstünde gören ve bunlar arasında üstün tutulan yaşam tarzına yakınlığı ya da uzaklığına göre hiyerarşik bir sınıflandırma yapan anlayışın bugüne özgü olmadığını bilmek gerekir. Bugün “Beyaz Türkler” ve “halk” olarak ifade bulan karşıt iki yaşam biçimi, 19. yüzyılda da “alafranga” ve “alaturka” kavramları ile ifade edilmekteydi. İmparatorluğun önde gelenleri uygar ve muasır medeniyete yetişme gayretiyle Batı’nın benimsemiş olduğu davranış kalıplarına uygun, alafranga olarak tabir edilen “yeni davranış kalıpları” geliştirme gayreti içerisine girmişti. Bu gayretin en önemli göstergeleri, dönemin gazete ve mecmualarında bu yeni yaşam biçimini uzun uzadıya anlatan yazıların yayımlanması ve daha sonra bunların cilt cilt adab-ı muaşeret kitapları haline getirilmesiydi. Bu kitaplar hızlı ve kolay adapte olunamayan bir değişimin habercisiydi. Çünkü geleneksel literatürde ince, nazik ve takdir uyandıran davranışlar anlamına gelen adab-ı muaşeret, referansını gelenek ve dinden alır; anane gibi olduğundan hızlı ve kolay değişmez; değişim olsa bile bu nesilden nesile genellikle sözlü olarak aktarılır. Bu yeni literatürde ise adab-ı muaşeretten kasıt, aslında ne olduğu tam olarak bilinmeyen, fakat adapte edilmesi zorunluluk olarak görülen Avrupai yaşam tarzıydı. Derin anlamlar içeren, maddi-manevi her iki dünya ile ilintisi olan, bir başka ifade ile dünyevi gündelik pratiklere uhrevi anlamlar yükleyerek ikisi arasındaki köprüyü kuran geleneksel adab-ı muaşeret, bu yeni literatürde yüzeyselleştirilerek yeme, içme, oturma, kalkma, selamlaşma gibi pratiklere indirgenmişti. Öte yandan bu gündelik pratiklerin uygulanma biçimi uygulayanın gerici ya da ilerici, medeni ya da ilkel, kibar ya da kaba olduğunu göstermekte ve kişiyi tanımlayan başlıca kriter olarak kabul edilmekteydi.
Alafranga-alaturka yaşam ayrışmasının yatay bir düzlemde gerçekleştiğini söylemek güç; tıpkı bugün evde ayakkabı ile dolaşma ve ayakkabıyı kapıda çıkarmanın yatay bir düzlemde ele alınmadığı gibi. Alafranga yaşam tarzının savunucuları Avrupai yaşam tarzını idealize ettiler ve onu “farklı yaşam biçimlerinden bir yaşam biçimi” olarak değil, nihai olarak ulaşılması gereken yaşam biçimi olarak gördüler. Bunun en güzel örneği, 1925’te belli bir yaşam biçiminin simgesi olarak kabul edilen fesin kanunla yasaklanması, buna karşılık şapka giyilmesinin mecburi kılınması suretiyle sıradan vatandaşın giyim tarzına müdahale edilmesidir. Bu anlayışa göre yaşam tarzı seçilebilir, bireye ya da topluma özgü bir şey olmaktan çıktı ve dayatılan bir projenin -bu projenin adı modernleşme ya da Batılılaşma- aracı oldu. Bugün de başörtüsünün henüz sınırları çizilemeyen kamusal alanda yasak olması, halen birey ve toplumun inisiyatifine bırakılacak kadar özümsenememiş ve içselleştirilememiş modernleşme projesinin bir uzantısı.
Modernleşme projesinin ya da modern yaşamın aktörleri, Türk halkının henüz kendisinden beklenen yaşam tarzına gönüllü adapte olamayacağını düşünüyor ve idealize ettikleri yaşam biçimini dayatmaya çalışıyorlar. Hatırı sayılır bir oy oranı ile iktidar olan AKP’den duyulan endişeler tam da bunu gösteriyor. Nitekim AKP’nin icraatlarından memnun ancak AKP’den rahatsız olanların tek derdi, bu icraatların kendilerine benzemeyen, onlar gibi yemeyen içmeyen, onlar gibi giyinmeyen, onlar gibi düşünmeyen kısacası hayat tarzları onlarınkine benzemeyen birileri tarafından yapılması değil mi?
Paylaş
Tavsiye Et