TÜRKİYE’DE üniversite sorunu, yakın zamana kadar siyasi, hukuki, bilimsel açılardan pek çok defa tartışıldı. Erdoğan Teziç’ten boşalan YÖK Başkanlığı görevini teslim alan Yusuf Ziya Özcan’ın üniversitelerin geleceği ile ilgili açıklamaları, bugün üniversite sorunu açısından yeni bir dönemin başlangıcında olduğumuza işaret ediyor. Üniversitelerle ilgili hukuki düzenlemeler, pek de istikrarlı bir seyir izlemeyen çeşitli aşamalardan geçerek bugüne kadar geldi. Üniversite-hükümet ilişkileri, oluşturulan siyasi yapı içinde bir şekil aldı. İlk üniversite kanununda, çok geniş çerçeveli bir özerklik bulunmakla birlikte, Maarif Vekaleti’nin de üniversiteler üzerinde bazı yetkileri mevcuttu. 27 Mayıs darbesinden hemen sonra yapılan kanunla, hükümetin yetkisi dışına çıkarılan üniversiteler, idari bakımdan bütünüyle özerk hale getirilmiş oldu. 12 Mart darbesinin hazırladığı süreçte ise tam tersine bir hukuki düzenleme politikası izlendi ve hükümete üniversiteler üzerinde idari denetim ve tasarruf yetkileri verildi. Gerçi Anayasa Mahkemesi bu yeni üniversite kanununun hükümete yetki veren düzenlemelerini özerkliğe aykırı bularak iptal etti; ancak yeni düzenlemeler bir eğilimi göstermesi bakımından önem taşımaktaydı.
Bu eğilim, 12 Eylül darbesinden sonra devam etti; 1981 yılında çıkartılan ve halen yürürlükteki kanunla, üniversiteler üzerinde bir “devlet yönetimi ve denetimi” oluşturuldu. Böylelikle üniversite yönetimleri merkezileştirildi, nihai olarak YÖK Başkanı’nın söz sahibi olduğu bir yönetim anlayışı belirlendi, başkanı da cumhurbaşkanı atadığı için “devlet”in kontrolü tam manasıyla sağlanmış oldu. Bu “devlet kontrolü”, 82 Anayasası’nın kurgusuna göre, siyasetin dışında bir devlet kontrolüdür; çünkü cumhurbaşkanı bir siyasetçi değil, “has devlet adamı”dır. Bu kurgunun Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle derin bir darbe aldığını söyleyebiliriz. Ama bu darbe sonraki yıllarda telafi edilmeye çalışıldı; Demirel ve Sezer dönemleri, en az Evren dönemi kadar 82 Anayasası’nın kurgusuna ve ideolojisine uygun tutumlarla sürdürüldü.
28 Şubat sürecinde ise üniversitelere ve yargıya özel bir misyon yüklendi. Bu misyon, post-modern darbe ile ihya edilen, Türkiye’nin 1960’lı yıllarına damgasını vurmuş “Yön Hareketi”nin ideolojisinde saklı olan bir misyondu. 28 Şubat’ın bu hareketle bağlantısı sadece ideolojik ve söylemsel değildi; kişiler bakımından da ilginç birliktelikler söz konusuydu. Görevi sona eren YÖK Başkanı Erdoğan Teziç de, 1961’de “Yön Bildirisi”ni imzalayan isimler arasındaydı. Teziç, YÖK’teki görevinden önce eski cumhurbaşkanları Demirel ve Sezer’in danışmanlığını da yürütmüş, 28 Şubat sürecinin önemli hukukçularından biriydi. Neticede üniversiteler 28 Şubat’la birlikte kendilerine yüklenen misyonun gereği olarak hukukun sınırları dışına taşar şekilde siyasete dâhil oldular. Yeni hukuki düzenlemeler üzerinde düşünülürken, yaklaşık on senedir, üniversitelerin Türk siyasetinde çok önemli bir aktör haline geldiğini gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Üniversitelerin özerkliği meselesi, üniversiteler için bir imtiyaz değil aslında; bir dokunulmazlık alanı oluşturma amacı da taşımıyor. Üniversite özerkliği, gerçek anlamda bilimsel üretim yapılması için gerekli ortamın oluşturulması bakımından önemlidir. Bir başka ifadeyle, üniversite özerkliği bir amaç değil; bilimsel çalışmaların gerçekleştirilmesi için bir araçtır. Bu özerkliği ve özerklik söylemiyle oluşturulan dokunulmazlık havasını, bilimsel özgürlük ve üretim yerine siyaset için kullanmak, Türk üniversitelerini önemli ölçüde yıprattı. Bugün üniversitenin sorunu özerklik değil, bilimdir. Özerklik, bilimsel üretim amacı olan bir üniversitenin meselesidir; siyasal aktör olmak isteyen üniversitenin, özerklik meselesi olamaz. Bu sebeple, başta 2547 sayılı kanunda yer alan yükseköğretimin amacı ve göreviyle ilgili maddelerin değiştirilmesi olmak üzere, üniversitelerin kurumsal anlamda siyasetin dışına çıkartılması, bilimsel çalışma ve üretim amacına yöneltilmesi gerekmektedir.
Üniversite-siyaset ilişkisi, aslında, kaçınılmaz bir ilişkidir. Nasıl sosyal, kültürel, ekonomik hayat üniversitelerin ilgi alanı içindeyse, siyasal hayat da üniversitenin ilgi alanı içindedir. Bu sebeple, aktüel siyaset de dâhil olmak üzere, siyasetin her alanı üniversite tarafından ele alınır, değerlendirilir. Ancak bu faaliyet, bilimsel faaliyetlerin bir hasılası olarak, bilim adamlarının görüşleri olarak ortaya çıkmalıdır; kurumsal değerlendirmeler üniversitenin misyonuyla bağdaşmaz. Yüzün üzerindeki üniversitenin temsilcisi olarak, içlerinde YÖK Başkanı dışında bir hukukçu bulunmayan rektörler bir araya gelip, çok tartışmalı bir hukuki sorun olan “Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 toplantı yeter sayısı aranacağı”na dair kesin bir görüş nasıl bildirebilirler? Bu anlaşılmaz olay üniversiteler için başlı başına onur kırıcı olmuştur. Üniversite öğretim üyeleri siyasetle uğraşabilir, siyasi değerlendirmeler yapabilir, hatta siyasi partilerde görev alabilir. Ancak bunlar kişisel faaliyetlerdir; bir kurum veya kurul faaliyeti olamaz. Zaten, 2547 sayılı kanun üniversite öğretim elemanlarının siyaset yapabileceğini kabul etmektedir; ama bununla beraber siyaset yapan öğretim elemanlarının üniversitelerde idari görevler üstlenemeyeceğini ve üniversite kampüslerinde siyaset yapamayacaklarını belirtmektedir. Doğru olan düzenleme de budur. Üniversitelerde kurumsal ve kurum adına siyasetin acilen önüne geçilmelidir.
YÖK adına yapılan bazı açıklamaların bir siyasi partinin görüşlerine ne kadar paralel olduğu, önce üniversiteler adına konuşanların daha sonra bir siyasi partide aktif siyasete atıldıkları kamuoyunun malumu. Türkiye’de “fevkalade himayeye mazhar” siyasi görüşler olamaz; varsa da buna son vermek gerekir. Herkes siyasi görüşlerinin diğer insanların görüşleriyle eşit değerde olduğu gerçeğini hazmedebilmelidir. Böyle olduğu için, kamu kurumları adına siyasi görüş açıklama imtiyazı sona ermelidir.
Yaklaşık on yıldır üniversitelerin yaşamış olduğu ağır travma göz önünde bulundurularak, yeni bir kanun hazırlığı konusunda acele etmemek gerekir. Zaten üniversitelerle ilgili esaslı değişiklikler yapabilmek, Anayasa’daki ilgili hükümlerin değiştirilmesini de gerektirmektedir. Bu sebeple, yeni hukuki düzenleme hazırlığını Anayasa değişikliği sonrasına bırakmak doğru olacaktır. Bu yeni dönemde üniversitelerin rehabilite edilebilmesi için YÖK’ün kontrollü bir müdahale stratejisi ile üniversiteleri kurumsal siyasetin dışına taşıması, siyasi misyon algısı yerine bilimsel çalışma ve üretimi amaçlayan, bunun aksinin artık mümkün olmadığını ortaya koyan bir zihniyet dünyasına zemin hazırlaması, öğretim elemanları ve öğrenciler bakımından özgürlükçü bir ortamın oluşmasına katkıda bulunması gerekir. Üniversitelere disiplin vermek üzere kurulan YÖK, kaderin bir cilvesi olarak, üniversitelerin özgürleşmesini sağlayabilirse misyonunu tamamlamış olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et