ANAYASA Mahkemesi (AYM) tarafından verilmiş iki kararın gerekçesi, Mahkeme’nin varlığı ve görevi ile ilgili tartışmaları yeniden başlattı. Ancak tartışmaların yeterince ciddi ve yoğun olduğunu söylemek, maalesef mümkün değil. Bunu, tartışmanın taraflarının “yorgunluğu”na ve özellikle, hükümetin artık yeni bir hamle yapabileceğine dair inancın kaybedilmesine bağlayabiliriz. Yine de, uygulamada herhangi bir fayda hâsıl etmeyeceğini düşünsek de, bilmenin ve gerçeği görmenin insana bir sorumluluk yüklediğine inanıyoruz; bu sorumluluk da bildiğini söylemektir, kayda geçirmektir. İtikadımızca, sadece söylemek dahi başlı başına bir kıymet ifade eder.
AYM’nin açıklanan iki gerekçeli kararından önemli olanı “anayasa değişikliklerinin iptali”ne ilişkin kararıdır. AK Parti’nin kapatılması davası kararı tali; öncekiyle birlikte düşünüldüğünde “önemsizleşmiş” bir karardır. AYM, anayasa değişikliklerinin iptali kararı ile kendisine öyle bir yol açmış, öyle bir misyon yüklemiştir ki, AK Parti’yi veya başka partileri, ya da TBMM’yi kapatsa da kapatmasa da siyasi güç dengeleri ve anayasal yapı bakımından değişen bir şey olmayacaktır. Başka bir ifadeyle AYM, kendisine öyle bir rol biçmiştir ki, AK Parti’yi kapatmaması, partinin ve siyasetin kapatılmadığı anlamına gelmemektedir.
AYM, Anayasa’daki Yetkilerini Aşıyor
Yürürlükteki 1982 Anayasası’na göre AYM, anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleyebilir. 1960’ların sonundan itibaren ortaya çıkan ve 70’lerde yoğunlaşan tartışmalar dikkate alınarak, AYM’nin sınır tanımaz tutumunun ve keyfiliğinin önüne geçebilmek için 1982 Anayasası’nda “şekil bakımından denetim” açık bir şekilde tarif edilmiştir. Buna göre, şekil bakımından denetim, sadece, anayasa değişikliklerinin a) yeterli sayı ile teklif edilmesi, b) yeterli sayı ile kabul edilmesi ve c) görüşülmesi sırasında “ivedilikle” görüşme yasağına uyulması halleri ile sınırlandırılmıştır. Bu üç hususun ne anlama geldiği ise Anayasa’nın, anayasa değişiklikleriyle ilgili 175. maddesinde açıklanmaktadır.
AYM, Anayasa’nın 4. maddesiyle “koruma” altına alınmış olan 2. maddedeki “Cumhuriyetin nitelikleri”nin değiştirilemeyeceği hususunu, 1982 Anayasası’nda yer alan hükümdeki açıklık karşısında, asla denetleyemez. Böyle bir denetimin, “yasaklanmış” bir denetim olduğu açıktır. Buna rağmen AYM, “yeterli sayı ile teklif edilmesi” şartını yorumlayarak, bunun, “teklifin yapılabilir olup olmadığı” açısından da denetleme imkanı verdiğini ileri sürmektedir. Ancak bu, söz konusu Anayasa maddesinden hareketle ulaşılmış bir yorum değil, önceden verilmiş bir karara, bir kanaate bahane bulmak için “uydurulmuş” siyasi bir yorumdur. Anayasa hükmü, “teklif edilebilirlik” meselesini, 4. madde bağlamından 2. madde de dâhil olmak üzere, başka şartlar bakımından değil, sadece “sayı” bakımından kabul etmiştir. Aksi halde “teklif edilebilirliğin” başka şartları da vardır; mesela, 175. maddede anayasa değişikliklerinin “yazılı” olarak teklif edilmesi gerekli görülmektedir. AYM bu bakımdan da bir teklif edilebilirlik denetimi yapamaz; teklif edilebilirlik denetimi sadece yeterli sayı bakımından yapılabilir.
Öte yandan AYM’nin 4. madde üzerinden 2. madde denetimi yapılabileceğine dair kanaatini bir an için doğru kabul etsek bile, son kararının apaçık bir şekilde hukuksuz olduğu gerçeği değişmeyecektir. Anayasa’nın 4. maddesi, belki AYM üyelerinin bile tam olarak okumadığı bir maddedir. Bu madde hükmü bir incelik taşımaktadır: “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” Dikkatli bir gözün fark edeceği üzere, bu maddede koruma altına alınan, 1. ve 3. maddelerdeki “hüküm” iken, 2. maddedeki sadece “nitelikler”dir. Madde “hükmü” ile maddenin içinde yer alan “nitelikler” arasında önemli bir fark vardır; “hüküm” maddenin hem maddi hem de yorumla ulaşılabilecek içeriğini kapsarken, “nitelikler” ifadesi sadece kelimelerin kendisine atıf yapmaktadır. 2. maddede, 1. ve 3. maddelerdeki durumdan farklı olarak niteliklerin bizzat kendilerinin değişmesi önlenmektedir.
Şu haliyle, AYM’nin 4. madde üzerinden 2. madde denetimi yapabileceğinin bir an için kabulü halinde bile, yalnızca maddede yazılı olan niteliklerin değiştirilip değiştirilmediğine bakabileceği söylenebilir. “Nitelikler”in anlamı değişmiş midir, içeriği boşaltılmış mıdır, yaklaşımı tamamen keyfi ve Anayasa’nın 4. maddesindeki açıklık dolayısıyla geçersiz bir yaklaşımdır. AYM, 148. maddede yer alan ve niçin konulduğu herkesçe bilinen bir sınırlamayı “yorum”la aşarak ve 4. maddede yer alan açık bir hükmün alanını yine “yorum”la genişleterek bir karar vermiştir. Aslında Mahkeme, Anayasa’nın 148. ve 4. maddelerini “değiştirmiş”, 148. maddeye yeni bir hüküm eklemiştir. AYM’yi “fonksiyon gaspı” ile suçlamamızın da sebebi budur; çünkü Mahkeme, TBMM’ye ait olan bir yetkiyi üstlenmiş, gasp etmiştir.
Nerdeyse tamamı hukukçu olmayan bazı profesyonel yorumcular, AYM kararını desteklerken, Mahkeme’nin Anayasa’da yer alan yetkilerini ve denetleme sınırlarını görmezden gelip sadece kafalarında biçtikleri rolü yerine getirip getirmediğini önemsemektedirler. Bu yorumcular AYM’nin, TBMM ve siyasetin üzerinde yer alan bir vesayet organı, “resmî ideoloji”nin denetimini yapan bir kurum olmasını arzu edebilirler. Ama olmasını gerekli gördükleri bu durum, yürürlükteki Anayasa’da olmayan bir şeydir. “Olması gereken” ile “olan”, “hayal” ile “gerçek” birbirine karıştırılmamalıdır. Bahsi geçen yorumcuların önemli bir sorunu da, “hukukilik” ile “mahkeme kararı”nı eşdeğer saymalarıdır. Gerçi “Ergenekoncuları tutuklayan mahkeme kararı” gibi kararlar onlara göre “hukuki” değildir, sadece işlerine gelen kararlar “hukuki”dir. Kısacası AYM kararının sorunlu olduğu, hukuk içinden değil de daima hukuk dışı/siyasi yorumlarla savunulmaya çalışılmasından da anlaşılmaktadır.
AK Parti’nin kapatılması davasındaki karar ise, artık temel yasama (anayasayı değiştirme) yetkisi elinden alınmış bir TBMM söz konusu olduğundan önemsiz hale gelmiştir. Ancak bu karardaki çok önemli bir çelişkiye işaret etmek lüzumludur. Anayasa’nın 69. maddesine göre, “laikliğe karşı eylemlerin odağı haline gelmiş” bir siyasi parti için iki tür karar verilebilir: Kapatma veya hazine yardımının kesilmesi. Eğer odak olan parti, gücü ve faaliyetleriyle etkili ise kapatma; değilse hazine yardımının kesilmesi kararı verilmektedir. AK Parti gibi, seçimlerde oyların yarısını almış, TBMM çoğunluğuna sahip ve iktidarı elinde bulunduran bir partinin “odak” olduğu tespit edilmişse kapatılması gerekir; eğer hazine yardımının kesilmesi cezası verilmişse, “odak” olma tespiti yanlış demektir. Yani AYM’nin tespiti ile “ceza” arasındaki ilişkide bir sorun vardır. Ya tespit doğru ceza yanlış, ya da ceza doğru tespit yanlıştır. Bu çelişki bile, başlı başına, AYM kararının bir “siyasi hedef”i gerçekleştirmek için kotarıldığını göstermektedir.
AYM’nin son birkaç yıllık faaliyeti, özellikle de son iki kararı, açık bir şekilde Mahkeme’nin ülke siyasetinde bir “aktör” olarak yer tuttuğunu göstermektedir. Anayasa’ya göre, siyasetin aktörleri bellidir; ayrıca, hukuk dışı bir aktörün siyasete dâhil olması ne mümkündür, ne de doğrudur. O yüzden de Türkiye acilen, AYM’nin yetkilerini nasıl düzenleyeceğini bırakıp doğrudan Mahkeme’nin varlığını ve yapısını tartışmalıdır. Kanaatimizce, kuruluşundan beri ortaya koyduğu tutum ve kararlarıyla AYM, Türk hukuk hayatında herhangi bir fayda hâsıl etmemiştir. Bu sebeple AYM’nin kaldırılması gerekir. Bu mümkün olmazsa, AYM’nin yapısı değiştirilmeli, derhal TBMM’nin de üye seçimine katkıda bulunduğu bir oluşuma geçilmelidir. Bu iki karar da yürürlüğe girer girmez etkili olacağından, Mahkeme ya mevcut olamadığından ya da yapısı değiştiğinden, kararlar AYM denetimine de tabi tutulmayacaktır. Türk hukuk hayatı için, bu ikisi dışında kalan seçenekler bizzat AYM tarafından imha edilmiştir. Unutulmamalıdır ki, mahkemeler hukukun ve adaletin gerçekleştirilmesi için mevcuttur, başka işler için mahkemeye gerek yoktur.
Paylaş
Tavsiye Et