AFGANİSTAN’DA Taliban’a karşı NATO şemsiyesi altında savaşan koalisyon güçleri, İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un ifadesiyle 2001’de ülkeye geldiklerinden beri “en zor yazlarından biri”ni geçiriyor. ABD’nin 2003’te Irak’a savaş açıp enerjisini buraya yoğunlaştırmasının yan etkisi olarak Taliban’ın güç topladığı Afganistan’ın güneydoğusundaki Helmand bölgesinde, Amerikan ve İngiliz birliklerinin eş zamanlı gerçekleştirdikleri “Panter Pençesi” ve “Hançer” operasyonlarında verilen ağır zayiat, dikkatleri yeniden bölgeye topluyor. Özellikle İngiltere’nin sadece Temmuz ayında 20’den fazla askerini kaybetmesi, İngiliz kamuoyunda Afganistan Savaşı’nın ciddi şekilde sorgulanmasına yol açıyor. Afganistan topraklarında, üçte ikisi Amerikalı olmak üzere, 90.000 civarında yabancı asker bulunuyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk icraatlarından biri olan Afganistan’a ek asker gönderme kararı nedeniyle ülkedeki ABD güçleri yıl içinde 68.000’e ulaşacak. İngiliz güçlerinin sayısı ise 9.000 civarında.
ABD ve İngiltere’nin Helmand’a yönelik son operasyonlarının arkasında, Afganistan’da 20 Ağustos’ta yapılacak ve mevcut Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin yeniden kazanması beklenen seçimler öncesinde, mümkün olduğunca güvenli bir ortam oluşturmak yatıyor. 2004’te devlet başkanı seçilen Karzai, yolsuzluk, adam kayırma ve kötü yönetimi nedeniyle son bir yıldır Batı medyasında yoğun şekilde eleştirilse de koalisyon güçleri için hâlâ vazgeçilemez bir isim. Karzai yeniden seçilebilmek için daha önce şiddetle karşı çıktığı Taliban ile gerektiğinde uzlaşma fikrine dahi yaklaşmış durumda. Karzai’nin sözcüsünün, Afgan hükümeti ile kuzeybatıdaki Bagdiş bölgesinin Bala Murgab kesimindeki Taliban arasında 25 Temmuz’da ateşkes anlaşmasına varıldığını açıklaması, çok önemli bir gelişme olarak yorumlanıyor.
Hatırlanacağı üzere Afganistan’ı 1979’da işgal eden Sovyetler Birliği’ne karşı verilen cihadın ünlü komutanları Gülbettin Hikmetyar ile Ahmed Şah Mesud’un 1994’te başlattıkları iç savaş, Taliban adı verilen Peştu kökenli bir grup medrese öğrencisinin 1996’da ülke yönetimini ele geçirmesiyle sonuçlanmıştı. Genelde katı ve donmuş İslam yorumlarından kaynaklanan sert uygulamaları ile öne çıksa da Taliban hareketi, Peştu milliyetçiliğine dayanıyordu. Dolayısıyla Taliban demek, 1893’te çizilen Durand Hattı ile Pakistan’daki soydaşlarından ayrılan Afganistan Peştularının, ülkedeki Fars, Türkmen, Özbek ve Tacikler üzerinde hâkimiyet kurması demekti. ABD o sıralar mesafeli olduğu Hindistan’ı dengelemek için Pakistan’ı destekliyor, Pakistan da Taliban vasıtasıyla Afganistan’a müdahil olmaya çalışıyordu.
Bütün bu karmaşık bağlantılar, 11 Eylül olayları ile tersine dönmeye başladı. O zamana kadar el-Kaide örgütüne güvenli bir alan sağlaması hiçbir sorun teşkil etmeyen Afganistan Taliban’ı, ABD ile karşı karşıya geldi. Dönemin Amerikan Başkanı George W. Bush ve ekibi, 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e düzenlenen saldırılardan Usame bin Ladin liderliğindeki el-Kaide örgütünü sorumlu tutuyordu. Taliban’dan el-Kaide’nin lider kadrosu ve militanlarını kendisine teslim etmesini isteyen Bush yönetimi, Taliban’ın söz konusu kişilerin bağımsız bir mahkemede yargılanma önerisini dikkate almadı ve saldırıların ardından dünya kamuoyunda oluşan sempatiyi de arkasına alarak İngiltere ile birlikte Ekim 2001’de Afganistan Savaşı’na başladı.
Orta ve Güney Asya ile Ortadoğu’nun kesişim noktasında bulunan Afganistan, jeostratejik açıdan Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerin enerji hatlarının geçiş alanı konumunda. ABD ve İngiltere’den oluşan Anglo-Sakson ittifakı, Afganistan fay hattı üzerinden bu iki Asya gücünün hareket alanını görüş menziline sokabilmek için Taliban’ı kısa sürede devirip Kabil’i ele geçirdi. “Afganistan’da terörizme geçit vermeyen sivil ve demokratik bir yönetim tesis etmek” mottosuyla, ülkeyi tamamen kontrol altına alma macerasına girişti. Aralık 2001’de Afganistan’da görev yapmak üzere kurulan Uluslararası Güvenlik Destek Gücü ISAF’ın komutası 2003’te NATO’ya devredildi. Böylece Soğuk Savaş sonrasında varlığını sürdürebilmek için yeni bir çehre kazanmak zorunda olan Batı savunma ittifakı NATO, Avrupa dışı bu ilk görevi ile “terörizmle mücadele” hedefine kilitlenirken, ABD ve İngiltere de savaşlarına yeni ortaklar buldu. Ancak 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İngiltere, 20. yüzyıl sonunda ise Sovyetler Birliği’ni yenen Afganistan’da, ABD’nin farklı bir sonuç alabileceğine inanmamız için ortada henüz ciddi bir gösterge yok.
Afganistan’a Sadece Askerî Güç Yetmez
Martin Jacques’in New Statesman dergisinin 16 Temmuz tarihli sayısında çıkan makalesinde vurguladığı gibi, “Afganistan, kendisini ehlileştirmeye çalışan bütün emperyal projelere mezar olduğunu kanıtlamış bir ülke.” Dolayısıyla New York ve Londra’yı terörden korumanın yolunun el-Kaide’yi yok etmekten geçtiğini, bunun da Taliban gibi el-Kaide’yi destekleyen güçlerin Afganistan’ı yeniden ele geçirmesini engellemek olduğunu ileri süren ABD ve İngiltere’nin, Afganistan bataklığından çıkabilmek için askerî tedbirlerin yanında farklı stratejiler geliştirmeleri zorunlu. İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın 27 Temmuz’da Brüksel’deki NATO genel karargahında yaptığı konuşmasında, İngilizlerin sömürge imparatorluğu kurmasını sağlayan meşhur “böl ve yönet” politikasını hatırlatırcasına ılımlı Taliban unsurlarıyla uzlaşılabileceğini söylemesi, bu çerçevede değerlendirilebilir.
Miliband’a göre, Taliban içinde ideolojik gruplar olduğu gibi, pragmatik gerekçelerle merkezî hükümetle savaşmayı sürdüren unsurlar olduğu da unutulmamalı: “Afgan hükümetiyle birlikte çalışarak sertlik yanlılarını bölmeliyiz. Uzlaşmaya yanaşmayan ve şiddet kullananların acımasızca üzerine gidilmeli, uzlaşmacılar iç siyasi sürece dâhil edilmeli.” Afgan yönetimi ile Taliban’ın arasındaki Bagdiş uzlaşmasına bakılırsa, İngiltere’nin bu taktiği uygulanmaya başlamış bile. Miliband’ın Afgan sivilleri korumanın Taliban militanı öldürmekten daha önemli olduğunu söylemesi de yeni politika arayışının bir parçası olabilir. İngiliz The Guardian gazetesinin diplomasi editörü Julian Borger, 27 Temmuz tarihli yazısında, Miliband’ın söyleminin Afganistan’a yönelik yeni bir ortodoksiyi yansıttığını, daha az sivil kaybı için hava saldırılarını azaltıp asker sayısını artırmak gerektiğini, bu stratejinin işleyebilmesi için Kabil’in de mutlaka bir şeyler yapabilmesi gerektiğini ifade ediyor.
ABD ve İngiltere, Afganistan’da Taliban, yerel kabileler ve savaş ağalarından oluşan üçgene karşı, demokrasi ve özgürlüğün değil kendi büyük hesaplarının mücadelesini veriyor. Fakat bu durum, bahsi geçen güçlerin Afganistan’ın en önemli ürünü olan afyondan yani uyuşturucudan elde ettikleri geliri, bölgeyi Anglo-Sakson dünyanın müdahalesine açık bir hale getirmek için kullandığı gerçeğinin üstünü örtmemeli. Ortada çok büyük bir oyun var. Ve bu oyunda hayatını kaybeden masum siviller dışında kimsenin eli temiz değil.
Paylaş
Tavsiye Et