ERGENEKON soruşturması uzun bir zamandır gündemin arka sıralarına düşmüştü. İlk zamanlardaki gibi sansasyonel gözaltılar ve tutuklamalar pek görünmüyordu. Elbette bu durum soruşturmaların önemini kaybettiği anlamına gelmiyordu. Nitekim son olarak ortaya çıkan “Kafes” operasyonuyla ilgili belgeler de aksine soruşturmaların daha önem kazandığını, daha kritik bir noktaya evirildiğini gösteriyor.
Hatırlanacağı üzere iki emekli orgeneralin tutuklanmasıyla başlayan süreçte, ilk kez Türk Silahlı Kuvvetleri görünür bir şekilde tavır almıştı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, göreve başlar başlamaz, tutuklu emekli orgeneralleri, “kurumsal” olduğunu da açıklayarak ziyaret ettirdi. Bu ziyaretle, Ergenekon soruşturmalarına bir üst sınır çizildi, daha üst rütbede ve daha etkili askerlerin soruşturmaya dâhil edilmesinin önüne geçildi. Bu olaydan sonra bir süre durdurulan gözaltı operasyonları, eski Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin gözaltına alınmasıyla tekrar canlandı ve asker tarafından çizilen üst sınırın tanınmadığı mesajı verilmiş oldu. Ancak MGK Genel Sekreteri, ifadesi alınmasına ve talep edilmesine rağmen tutuklanamadı. Gözaltı olayının yaşandığı gün, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yapmış olduğu görüşme trafiği tutuklamaları önlemiş olsa gerekti. Gerçi, bir yargılama faaliyetine bu kadar üst düzeyde ve açık bir müdahale görülmemişti; ama etkili olduğu da açıktı. Bu kritik olaylar Ergenekon soruşturmasının belli bir çerçeveye hapsedildiğini, o çerçeve içinde sürdürülüp sonuçlandırılacağını gösteriyordu.
Burada şunu belirtmek lazım; Türkiye’de kâğıt üzerinde hangi yetkiye sahip olursa olsun, bir savcının emekli dahi olsa yüksek rütbeli subayları gözaltına alması, soruşturmaya dâhil etmesi kolay bir iş değil. Soruşturmanın başından beri, savcıları bu anlamda cüretkâr kılan şeyin, ellerindeki bilgi ve belgeler olduğunu düşünüyordum. Bu bilgi ve belgeler, sadece böyle yüksek rütbeli askerleri gözaltına almayı haklı gösterecek derecede önemli olmakla kalmıyor, çok daha ileri safhaları ve boyutları da gösteriyor olmalıydı. Başka bir ifade ile gözaltı ve tutuklamalara kerhen de olsa rıza gösterenler, ölümü gördükleri için sıtmaya razı oluyorlardı. Bu çerçevede, gözaltı ve tutuklamalar karşısında gösterilen kurumsal tepkiler, sadece gerçekleşmiş olaylara karşı değil, tahmin edilen gelişmelerin önünü almak için de ortaya konuluyordu. Son olaylar bu kanaatimi bütünüyle doğruluyor. Savcılar kamuoyuna yansıyanlardan çok daha fazla şeyi biliyor ve çok daha ilerisini görebiliyorlar.
Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlandığı iddia edilen İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın fotokopisi altı-yedi ay önce tartışılmaya başlandığında da belgenin gerçekliğinin savcılarca bilindiğini düşünüyorum. Bu sadece belgenin aslını görmekle açıklanamaz; benzeri birçok belgenin, iş ve işleme şahit olunduğu aşikâr. Türkiye’de hafızalar zayıftır, 28 Şubat sürecinin ayrıntılarını unutmayanlar, Genelkurmay Karargâhı’nda siyasete, eğitime, ticarete, sosyal hayatın bütün alanlarına nizamat vermek üzere ne türden çalışmalar yapıldığını hatırlayacaktır. Bakkallardan kebapçılara, konfeksiyon mağazalarından manavlara kadar herkesin fişlendiği ve renginin tespit edildiği, hangilerinin alışveriş yapmaya daha “laik” olduğu kamuoyuna duyuruluyordu. İktidarda olan Refah Partisi hakkında Anayasa Mahkemesi’nde nasıl dava açılacağı, dava açılmasının önündeki hukuki engelin nasıl kaldırılacağı Karargâh’ta tespit ediliyordu. Bu da yetmiyor, parti hakkında hazırladıkları bir dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve Anayasa Mahkemesi’ne gönderiyorlardı. Sekiz yıllık zorunlu öğretim yolu ile İmam-Hatip Liseleri’nin önünün nasıl kapatılacağı ve üniversitelerde başörtüsü yasağının nasıl uygulanacağı konuları da Karargâh’ta çalışılan konular arasındaydı. Bütün bunlar, bugün tartışılan belgeyle kıyaslanamayacak derecede vahim çalışmalardı. Karargâh, tamamen günlük siyasetin içindeydi. Nokta dergisinde yayınlanan günlüklere göre, üst rütbeli komuta kademesi askerlik dışında her işle meşguldü; sabahtan akşama kadar hükümet ve siyaset meselelerini müzakere ediyordu. Bu tabloyu, Türkiye’nin son on-on beş yılını hatırlamadan günümüzde yaşananları tam olarak anlayamayız.
Bu çerçeveden baktığımızda Albay Dursun Çiçek olayı da bir “rumuz”dur. Zira konu sadece bir belge ve çalışmadan ibaret olamaz. Bu türden “illegal” çalışmaların önemli bir kısmının savcılar tarafından ispat edilebilir şekilde bilindiği kanaatindeyim. Geçtiğimiz Mayıs ayında “İrtica ile Mücadele Eylem Planı tartışmaları” yaşandıktan sonra, Haziran sonlarında Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle, askerî yargının görev alanı daraltılmıştı. Bu kanun değişikliği çok önemli bir adımdı; tamamen “devlet içinde devlet” anlayışıyla yapılandırılan askerî yargının nasıl çalıştığı son olaylarla daha iyi anlaşılmıştı. Sözünü ettiğimiz bu kanun değişikliğinin akabinde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 2009 Yaz Kararnamesi’nde yaşanan krizin anlamı bugün daha iyi bir şekilde görülüyor. Kanunu, bilgi ve belgeleri değiştirmek mümkün olmadığına göre, soruşturmayı yürüten savcı ve hâkimleri değiştirmek yolunu seçmek hiç de mantıksız değil.
Son dönemde yargıda dinlemeler konusunda yürütülen “deşifre” faaliyeti de soruşturmanın “emekli”lerden “muvazzaf”lara yönelmesiyle ilgili olsa gerek. Zira bu noktada yapılabilecek tek iş soruşturmanın savcı ve hâkimlerini “tasfiye” etmek. Bu sebeple Aralık ayında yapılacak olan HSYK toplantısına alt yapı hazırlanıyor. Telefon dinlemeleri “deşifre” edildikçe, kamuoyunda oluşacak infialle, buna sebebiyet vermekle itham edilen Adalet Bakanlığı ve müfettişler üzerinde oluşturulacak baskı “operasyon”u kolaylaştıracak. Hesap bu.
Bütün bu yaşananlar, Türkiye’de iktisadi hayattan önce siyasetin kayıt içine alınması gerektiğini gösteriyor. Başta askerî bürokrasi olmak üzere, yüksek yargı bürokrasisi ve bürokrasinin diğer bazı unsurları kayıt-dışı (illegal) siyaset yapıyorlar. Bu 27 Mayıs’tan beri böyle; 27 Mayıs “bürokrasinin rövanşı”. Siyaset rövanşı almadıkça, bürokrasiyi siyasetin dışına itmedikçe Türkiye’nin sorunlarını çözmek mümkün olmayacak. Asker-sivil bürokrasinin siyasette yer almasının iki önemli sorun doğurduğunu belirtmek gerekiyor: Birincisi, bürokrasi siyasi hayatın nimetlerinden istifade ederken, külfetlerine katlanmıyor. Çoğu zaman asker-sivil bürokrasi, kendi beceriksizlikleri ile ortaya çıkmış zararın sorumluluğunu üstlenmiyor, siyasetçilere yıkıyor. Bundan da önemlisi, şu soru: Asker-sivil bürokrasi kimin adına siyasi kararlar verebiliyor? Millet adına karar vericiler, siyasilerdir. Asker-sivil bürokrasi millet adına karar verici olmadığına göre, kim adına ülke siyasetine müdahale ediyor? Askerin siyasete müdahalesini önlemek, artık sadece bir devlet kurumunu hukuk sınırları içine çekme meselesi değil, bir “milli güvenlik” meselesidir.
Paylaş
Tavsiye Et