FİLİSTİN ve İsrail’de bir süre önce yapılan seçimler bölgenin geleceğini ciddi anlamda etkiliyor. Bu seçimlerle birlikte, son 30 yıldır İsrail siyasetinde etkin olan aşırı sağcıların üstünlüğü sona ererken; 35 yıldır Filistin’de yönetimi elinde bulunduran el-Fetih hareketi de muhalefet saflarına geçti. Arap-İsrail mücadelesi, tarihinde benzeri görülmemiş gelişmeler yaşarken; Filistin davası da tehlikeli ve çok zor bir dönemece girdi.
Düğmeye basıldı(mı?)!
Filistin tarafına baktığımızda, liderlerinin yaptığı açıklamalar ve yaşanan gelişmelerin satır araları okunduğunda HAMAS’ın, muhalefet kanadında olmayı beklerken, ülkede esen demokrasi rüzgarları sayesinde hiç ummadığı bir çabuklukla yönetime yerleştiğini görüyoruz.
Buna karşılık el-Fetih Lideri ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, çift başlı bir yönetim oluşturma yönünde her gün yeni bir icraatla HAMAS’ı köşeye sıkıştırarak, kulislerde sıkça konuşulan “gölge hükümet” iddialarını doğrularcasına el-Fetih mensuplarına HAMAS hükümetinin iktidarda olup muktedir olamamasını her dem hatırlatıyor. Bu meyanda, iç güvenlikten sorumlu birimlerin başına el-Fetih hareketi içerisinde kendine yakın bir ismi getirerek içişleri bakanının yetkilerini kısıtlama yoluna giden Abbas, sınır ve geçiş noktalarının denetimini de üzerine aldı. Hükümetin özel güvenlik birimi oluşturma kararını veto etmesi ise, bardağı taşıran son damla oldu. Abbas’ın bu son icraatı, HAMAS hükümetinin başarısızlığı için ABD, AB, İsrail ve bazı Arap ülkelerinin yürüttüğü çok yönlü kampanyaya el-Fetih’in de resmen katıldığını belgeledi.
Öte yandan, 750 milyon dolar borçla boş bir hazine ve yetkileri elinden alınmış bakanlıklarla iktidarı teslim alan HAMAS hükümetine uygulanan ekonomik ve siyasî ambargolar da had safhada. Filistin yönetimine Oslo Anlaşması gereğince yıllık 2 milyar dolar civarında yardımda bulunan ABD ve AB ülkeleri, İsrail’i tanıma ve şiddete son verme şartlarını yerine getirene kadar HAMAS yönetimine mali yardım yapmayacaklarını, hiçbir HAMASlı yetkiliyle de görüşmeyeceklerini açıkladılar. İsrail tarafından Filistin yönetimine aktarılan gümrük vergilerinin de kesilmesiyle HAMAS hükümeti malî açıdan çok zor durumda.
İçine düştüğü dar boğazdan çıkabilme umuduyla HAMAS hükümeti, ağırlıklı olarak Arap ve İslam ülkelerine yaptığı geziler, vaatler ve konuşmalarla dünya kamuoyu ve kendi halkı nezdindeki desteği artırmaya çalışıyor. Ancak zor durumdaki HAMAS’ın bel bağladığı Arap ülkeleri, ambargo sonucu iyice köşeye sıkışan yönetime destek için verdikleri sözleri tutmak şöyle dursun, 2002 yılında Beyrut’ta imzalanan anlaşma gereği bu ülkelerin Filistin hükümetine ödeme taahhüdünde bulundukları aylık 55 milyon doları dahi ödemediler.
Yine Arap hükümetleri hiç vakit kaybetmeden HAMAS’ın seçim zaferini, bölgedeki demokratik açılımları destekleyen ABD’nin önüne bir koz olarak ileri sürmeye başladılar. Nitekim daha fazla demokrasinin Arap ve İslam âleminde radikal İslamcı akımların güçlenmesinden başka bir sonuç doğuramayacağı iddiaları, hükümet güdümündeki yayın organlarında çekingen bir üslupla da olsa dile getirilmeye başlandı.
Öte yandan Arap ülkeleri Tel Aviv’le ilişkilerini sessizce iyileştiredursun; Arap dünyasının önde gelen iki ülkesi Mısır ve Ürdün, çeşitli gerekçeler göstererek HAMAS yetkilileriyle görüşmeyi reddetti. Mısır hükümetinin, gerek İsrail ve ABD ile olan stratejik ilişkileri, gerekse son seçimlerde kamuoyu desteğini artıran Müslüman Kardeşler’den çekinmesi dolayısıyla böyle bir tavır sergilediği belirtiliyor.
“Tek taraflı” çözüm-süzlük-ler!
HAMAS’ın seçimlerde kazandığı başarıya olabilecek en olumsuz karşılığı veren Batı dünyası idi. Bazı İsrailliler tarafından dahi “ırkçılığın zaferi” olarak nitelenen ve “güçlü, büyük ve Yahudi bir Kudüs” sloganıyla öne çıkan Ehud Olmert ve ekibinin zaferiyle sonuçlanan İsrail seçimlerini aynı ülkelerin memnuniyetle karşılamasını ise ancak çifte standart olarak değerlendirebiliriz. “Görüşülecek bir ortağın bulunmadığını” ileri sürerek Gazze’den tek taraflı olarak çekilen Ariel Şaron’un kurduğu ve son seçimlerde Knesset’e en fazla milletvekili gönderen merkez sağın temsilcisi Kadima Partisi, en baştan itibaren politikasını “tek taraflı olarak İsrail’in nihai sınırlarının çizilmesi” olarak ilan etti. Bu ise Batı Şeria’nın yarısının, Doğu Kudüs’ün tamamının İsrail tarafından ilhak edilmesi ve ayrıca işgal edilmiş topraklardan çekilmeyi öngören tüm uluslararası kararların da çiğnenmesi demektir. Bu anlamda Filistin yönetimine, Batı’nın terör örgütleri listesinin mutena bir köşesinde yerini alan HAMAS’ın gelmesi, Olmert’i oldukça rahatlatmışa benziyor.
ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın plana destek verdiklerini açıklamasını da delil göstererek siyasette tesadüflere yer olmadığının altını çizenlere göre, her iki seçim sonrası Orta Doğu’daki son durum, büyük güçlerin olmasını istediği bir tablo aslında. Bu veriler ışığında HAMAS’ın daha ilk günden itibaren uzlaşmaz bir taraf olarak öne çık-arıl-ması, İsrail devletinin tek taraflı çözümden başka seçeneğinin kalmadığına dünya kamuoyunu inandırmak için kullanacağı malzemelerden biri olarak okunabilir.
İran da topun ağzında
Nisan ayında bölgede öne çıkan gelişmelerden biri de, İran Cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın tüm dünyaya uranyumu zenginleştirmeyi başararak ülkesinin nükleer kulübün 10. üyesi olduğunu açıklaması idi. ABD ve Avrupa basınının meseleyi enine boyuna inceleyen ciddi makalelerinin yanında çevre faktörü ve güvenlik endişeleri dolayısıyla bu programdan en çok etkilenecek durumda olan İran’a komşu ülkelerin basın-yayın organlarında yer alan yazıların ciddiyetten uzak olması ise düşündürücü.
Arap basınında bazı yazarlarca tahrik kokan, alaycı ve suçlayıcı yazılar yayımlandı. İran’ın nükleer tesislerini vurmaktan başka bir seçenek kalmadığı ve yeni cumhurbaşkanına duyulan güvensizlik nedeniyle Körfez ülkelerinde hızlı bir silahlanma yarışının başladığı endişesi vurgulandı bu yazılarda. İran’ın silahlarını modernize ettiği iddialarını ve teknolojik olarak geldiği noktayı küçümseyen bu tür haberleri, Nisan ayında yapılan şakalara benzetenler de oldu. Yine basında İsrail’in halen elinde bulundurduğu nükleer silahları görmezden gelerek bu teknolojiyi barışçıl amaçlarla kullanacağını vurgulayan ve İran’a yapılan baskıları kabul edilemez bulanlar yazılar da yer aldı. İran’ın nükleer programının devrim öncesine uzandığını ve o dönemde bu ülkenin, çalışmalarını ABD’den aldığı icazetle başlattığını hatırlatanlar, bu durumun, ABD’nin nükleer silah elde etmeye çabalayan ülkelere dünya güvenliğini değil de kendi çıkarlarını tehdit edip etmemesi açısından baktığını kanıtladığını da vurguladılar.
Paylaş
Tavsiye Et