1980’LERDE başlayan ve 1989’da sermaye hareketlerinin küresel ölçekte serbestleşmesiyle zirvesine ulaşan finansal liberalizasyon, adeta bir kriz üretme mekanizması gibi işledi. 1994’te Meksika, 1997’de Asya, 1998’de Rusya ve Brezilya, 1999, 2000 ve 2001’de Türkiye ve Arjantin finansal krizlerin merkezleri olarak ekonomi tarihinde yerlerini aldılar. Dikkat edilirse, yukarıda zikredilen kriz merkezlerinin en önemli ortak özelliği, tamamının “gelişmekte olan ülke” veya finans sermayesinin küresel ölçekte hâkimiyetini kurduğu yeni dönemin daha janjanlı terminolojisiyle ifade edilecek olursa “yükselen piyasalar” statüsünde yer almalarıydı.
“Yükselen piyasalar”, gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında bir kategori olarak değerlendiriliyor. Bu ülkeler, sanayileşmesini büyük ölçüde tamamlamış olmakla birlikte yaşam standartları, siyasal ve sosyal göstergeler, İnsani Kalkınma Endeksi gibi ölçütlere göre yapılan sıralamalarda ABD, Almanya, Japonya gibi gelişmiş ülkelerin gerisine düşmekteler. Başta Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Arjantin, Meksika, Rusya, Ukrayna olmak üzere genel olarak dünya üzerinde 41 ülkenin bu kategoride yer aldığı kabul edilmekte.
Finansal entegrasyon sürecinin ilk kurbanları, makro ekonomik yapılarını ve finans piyasalarını güçlendirmeden kapılarını spekülatif yabancı sermayeye ardına kadar açan “yükselen piyasalar” olmuştu. (ABD’nin kendisinden neşet eden bu sistemin kurbanı olup olmayacağı hâlâ merak konusu...) Dahası, 90’lı yıllar boyunca yaşanan hiçbir finansal kriz çıktığı yerle sınırlı kalmadı, adeta bir virüs gibi yayılarak diğer ülkeleri de yatağa düşürdü. Nitekim finansal krizlerin bu yapısı iktisat literatürüne contagion (bulaşıcılık) gibi yeni bir kavram kazandırdı.
1994-2001 dönemindeki finansal krizlerden nasibini almayan bir “gelişmekte olan ülke” neredeyse kalmadı. Gerek kendi ekonomilerindeki kırılganlıklar, gerekse küresel finans sisteminin yapısından kaynaklanan aksaklıklar nedeniyle ağır bir bedel ödeyen gelişmekte olan ülkeler, 2000’li yılların başından itibaren uygulamaya başladıkları politikalarla “derslerini almış” izlenimi veriyorlardı. Öncelikle gelişmekte olan ülkelerin hemen tamamında yaşanan krizlerin baş sorumlusu olarak gösterilen sabit kur sistemi yerini daha esnek kur rejimlerine bıraktı. Enflasyonla mücadele pek çok ülkede öncelikli gündem maddesi olarak belirlendi ve bu noktada gösterilen kararlılık merkez bankalarının güvenilirliğini ve ülkelerin kredibilitesini artırdı. Ekonomideki iyileştirmeler enflasyonun düşürülmesiyle sınırlı kalmadı: Bütçe açıkları azaltıldı, döviz rezervleri hızla artırıldı, vergi reformları yapıldı, bankacılık sektörleri ve finans piyasaları yasal düzenlemelerle güçlendirildi, finansal piyasalar yeni enstürmanlarla zenginleştirildi ve derinleştirildi, özelleştirmelere hız verildi, yatırımların önündeki bürokratik ve yasal engeller azaltıldı vs…
Öte yandan, 2000’li yılların başında dünya ekonomisini saran durgunluk çemberini kırabilmek için gelişmiş ülkeler faiz oranlarını tarihin en düşük seviyelerine kadar çektiler. Faiz oranlarının ABD’de %1’e, avro bölgesinde %2’ye, Japonya’da %0’a kadar düşmesi küresel ekonominin adeta likiditeye boğulduğu “ucuz para” döneminin başlangıcı oldu. Gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının düşük olması ve yaşanan durgunluk nedeniyle risk iştahları artan uluslararası yatırımcılar, gözlerini yüksek getiriler sunan ve hızlı büyüme potansiyeline sahip yükselen piyasalara çevirdiler. Gelişmekte olan ülkelere akan özel yabancı sermaye miktarı 2000’li yıllar boyunca sürekli olarak arttı ve geçtiğimiz yıl 491 milyar dolar gibi rekor bir seviye ulaştı. Yoğun sermaye girişleri nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde hisse senetleri 2003 Ocak - 2006 Ocak döneminde ortalama olarak 2,5 kat değer kazandı. Bu ülkelerin tahvilleri ile risksiz kabul edilen ABD tahvilleri arasındaki faiz farkı ise %2’nin altına kadar geriledi.
Gelişmekte olan ülkelere akan sermaye, yapılan reformlar ile birleşince 2000’li yıllar boyunca bu ülkeler “göz kamaştırıcı” bir büyüme performansı ortaya koydular. 2005 yılında gelişmekte olan ülkelerde büyüme oranı %6,4 ile gelişmiş ülkelerdeki büyümenin (2,8) iki katını da aştı. Yine 1990’ların ortasında dünya ekonomisindeki büyümenin %35’i gelişmekte olan ülkelerdeki büyümeden kaynaklanırken, 2005 itibariyle bu rakam %45’e yükseldi. Başta petrol ve metaller olmak üzere emtia fiyatlarındaki artış da bu ürünlerin ihracatçısı olan Orta Doğu, Afrika ile bazı Latin Amerika ve Asya ülkelerinde yüksek büyüme oranlarının yakalanmasında en önemli faktörlerden birisi oldu.
Dünya ekonomisinin ‘gözdeleri’ne yönelen sermaye akımlarının bileşimine baktığımızda son yıllarda uzun vadeli borç finansmanı, sendikasyon kredileri ve hisse senedi yatırımlarının hızla büyümekte olduğu dikkat çekiyor. Özelleştirmeler ile sınır ötesi şirket evlilikleri ve satın almalardaki artış nedeniyle doğrudan yabancı sermaye yatırımları da hızla artıyor. Hükümetler ve özel şirketlerin küresel ekonomideki elverişli finansal koşullardan yararlanarak mevcut borçlarını uzun vadeli borçlarla takas etme yoluna gitmesi de önemli miktarda yabancı sermayeyi bu ülkelere çekti. Yine, daha yüksek getiri peşinde olan yabancı yatırımcılar, yatırım yaptıkları ülkelerin para birimlerinde beklenen değerlenmeden elde edecekleri kazanımları da dikkate alarak, gelişmekte olan ülkelerin kendi para birimleri bazında ihraç ettikleri devlet tahvillerine ciddi bir ilgi gösterdiler. Devlet borçlarında ortalama vadelerin uzaması, ülkelerin kendi para birimleri cinsinden olan borçlarının toplam içindeki ağırlığının artması da son yıllarda gelişmekte olan ülkelerinin başarı hanesine yazıldı.
Gelişmekte olan ülkeler piyasalardaki bahar havasının tadını çıkarmaya çalışırken, sürüp gitmekte olan küresel dengesizlikler nedeniyle bu olumlu sürecin aniden tersine dönebileceği endişesi hiçbir zaman ortadan kalkmadı. Ürettiğinden fazlasını tüketen ABD’nin devasa cari açığının ilk sırayı teşkil ettiği küresel dengesizliklere, petrol fiyatlarındaki artış, gelişmekte olan ülkelerde yoğun sermaye girişleriyle varlık fiyatlarının şişmesi ve gelişmiş ülkelerde ekonomilerin canlanmasıyla baş gösteren enflasyon tehdidi eklenince finansal piyasalar bıçak sırtı bir dengede yol almaya başladı. Enflasyonist baskıların ortaya çıkmasıyla dünyanın üç büyük ekonomik gücünü temsil eden ABD, Avrupa (önceden Bundesbank) ve Japonya merkez bankaları (2000’in son çeyreğindeki kısa süreli dönemi saymazsak) bir çeyrek asır sonra yeniden aynı anda sıkı para politikaları uygulamaya başladı.
ABD ve Avrupa’da faiz oranlarının yükselmesi, daha riskli kabul edilen gelişmekte olan ülkelerin yatırımcılar açısından cazibesinin azalması anlamına geliyordu. Sonrası malum… Korkulan hareket 10 Mayıs’ta ABD Merkez Bankası (FED)’nın faiz oranlarını %5’e çıkarma kararıyla başladı. Tüm dünya genelinde borsalar ani ve yüksek kayıplar yaşadı. Ancak, faturanın yine önemli bir bölümü başta Türkiye olmak üzere, Hindistan, Çin, Brezilya, Meksika, Arjantin, Rusya, Güney Afrika gibi “yükselen piyasalara” kesildi. 10 Mayıs-20 Haziran tarihleri arasında gelişmekte olan ülkelerin borsalarında %50’yi aşan düşüşler oldu. Başta Türk Lirası olmak üzere gelişmekte olan bu ülkelerin para birimleri dolar karşısında hızla değer kaybetti.
Uluslararası piyasalarda halen devam eden türbülans beklenenden daha derin ve uzun süreli oldu. FED’in faiz oranlarının gelecekteki seyrine ilişkin net bir tavır ortaya koy(a)maması bunun en önemli sebebi olarak görülüyor. Ancak, bu büyüklükteki bir dalgalanmanın finansal bir krize dönüşmemiş olması ancak, gelişmekte olan ülkelerdeki makro ekonomik dinamiklerin daha sağlam ve ekonomi yöneticilerinin daha tecrübeli olmasıyla açıklanabilir. Sert düşüşlere rağmen pek çok gelişmekte olan ülkede borsa endeksleri hâlâ 2004 ortalarındaki değerlerinin iki katı civarında seyrediyor.
Gelişmekte olan ülkeler için önümüzdeki sürecin nasıl şekilleneceğinde ülkelerin kendi dinamiklerinden kaynaklanan riskler ve ekonomi patronlarının bu riskleri yönetmedeki başarısı önemli rol oynayacak. Yüksek borç miktarı ve/veya cari açıkları nedeniyle önemli bir miktarda dış finansman kaynağına ihtiyaç duyan ülkeler için süreç kuşkusuz daha zor geçecek. Diğer yandan yakın zamanda pek çok ülkede yapılacak seçimler, Orta Doğu’da Irak İşgali ve İran’ın nükleer çalışmaları nedeniyle yaşanan gerginlik ciddi risk kaynakları olarak değerlendirilebilir.
Sorunun kaynağında ise hiç kuşkusuz küresel finans sisteminin üzerinde yükseldiği dengesizlikler yer alıyor. Küresel ekonomik sistemdeki dengesizlikler hiç de küçümsenecek gibi değil; bugün bunlar, sonuçları itibariyle neredeyse siyasal dengesizlikler kadar yıkıcı olabilmektedir. Örneğin FED’in açıklamalarındaki bir kelime bile, sadece kâr güdüsüyle hareket eden ve tek amaçları asla tüket(e)meyecekleri ölçekteki bir finans sermayesini her geçen gün daha da büyütmek olan uluslararası yatırımcılar eliyle, dünya üzerindeki milyonlarca insanının hayatını, maddi varlıklarını çok ciddi biçimde etkileyebilmekte. BM Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip beş daimi üyesinin küresel gelişmelere dair karar alma süreçlerinde tekel oluşturması uzun zamandır ciddi biçimde eleştiriliyor. Ne var ki, en az onun kadar vahim olmakla birlikte, gözlerden kaçan bir durum da uluslararası finans piyasalarının neredeyse tek başına ABD’nin ellerine bakıyor olmasıdır.
Son yıllarda Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde daha adil bir küresel ticaret için oldukça sıkı mücadele veren gelişmekte olan ülkelerin, finans sistemindeki dengesizliklerin çözümü için de benzeri bir mücadeleye girmesi gerekiyor. Dünya ekonomisine yön veren 10 ülke tarafından oluşturulan ve Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) bünyesinde faaliyet gösteren Küresel Finans Piyasaları Komitesi’ne gelişmekte olan ülkelerin de katılımının sağlanması ve bu komitenin etkinliğinin artırılması önemli bir başlangıç olabilir. Zira, küresel dengesizliklerin izale edilmesi hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin ortak sorumluluk almasıyla mümkün.
Paylaş
Tavsiye Et