“NE kadar yaralayıcı olursa olsun açık açık konuşmanın zamanı geldi.” Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal, herkesi hayrete düşüren konuşmasına böyle başlıyordu. Faysal, Filistin ve Lübnan’daki gelişmeleri değerlendirmek üzere olağanüstü toplanan Arap ülkeleri dışişleri bakanları karşısında yaptığı konuşmada, Hizbullah’ın İsrail ile Lübnan topraklarında girdiği çatışma sonucunda, 8 İsrailli askeri öldürüp ikisini esir almasını; “Kimseye danışmadan girilen dikkatsiz, plansız ve stratejik içerikten yoksun ‘maceralar’ neticesinde meydana gelen gelişmeler” olarak niteliyor ve bunların meşru direniş hareketleriyle karıştırılmaması gerektiğinin altını çiziyordu. Suudi bakan daha da ileri giderek dolaylı yoldan, Filistin direnişinin meşruiyetini sorgulayan sözler sarf ediyordu.
İslam âleminde şaşkınlıkla karşılanan bu açıklamalar, Arap yönetimlerinin özellikle son yıllardaki tutum ve politikalarını yakından izleyenler tarafından pek garipsenmese de, Suudi Arabistan’ın tutumu, bölge açısından bir ilk olma yönünden önem taşıyor.
Dezenformasyon Savaşları
Yüzyılın icadı “terörle savaş” uğruna dünyayı kan gölüne çevirmekle kalmayan işgalci zihniyet, aynı zamanda asırlardır insanların düşüncelerine yön veren kavram, anlayış ve ölçülerin değişmesine de sebep oldu. Yalnızca güçlünün sesini duyurabildiği bir arenada çıkan toz duman arasında artık zalim ve mazlum eşit hale gelebiliyordu. Yakın zamana kadar meşruiyetini dünya kamuoyu ve uluslararası teamülden alan direniş hareketleri, bu kavram kargaşası içerisinde kendini bir anda “terör örgütleri” listesinde buluverdi. Suudi Arabistan’ın, direnişi “meşru ve gayri meşru” olarak ikiye ayırması ve bunun kriterlerine açıklık getirmemesi, Orta Doğu literatürüne yeni giren bu kavramın (meşru direniş) ne anlama geldiği konusunun müphem kalmasına yol açıyordu. Yine bu tavra Arap basınında -sınırlı sayıda da olsa- sahip çıkan yazıların yayımlanması, İsrail’le olan kavgada Arapların takındığı tutumda özellikle de resmî makamlar düzeyinde köklü bir değişimin gerçekleşmek üzere olduğunu gösteriyor.
İsrail Memnun!
Arap ülkeleri Gazze’de gerçekleşen plaj katliamı sonrasında İsrail’e gereken tepkiyi göstermezken; esir alınan İsrailli asker Gilad Şalit’in derhal serbest bırakılması için Filistin hükümetine cesurca(!) uyarılarda bulundu. Yine Mısır -İsrail hapishanelerinde yıllardır bekletilen Arap esirleri gündeme getirmeksizin- İsrailli askerin kayıtsız şartsız salıverilmesi için arabuluculuk teklifleri yaptı ve bu tekliflerin reddedilmesi sonrasında Gazze’den Mısır topraklarına giriş yapılmasını yasaklayarak Filistinlileri cezalandırdı. Son olarak Suud Dışişleri Bakanı’nın Lübnan’daki olayların patlak vermesiyle yaptığı zehir zemberek açıklamalar, HAMAS ya da Hizbullah adı altında topyekûn direnişe karşı bir tavrın söz konusu olduğunu akıllara getiriyor.
Uluslararası alanda ve bölgesel planda, kendilerini ilgilendiren konularda Arap yönetimlerinin takındığı tutum, geleneksel çizgiye pek uymuyor ve henüz kamuoyuna açıklanamayan köklü politika değişikliklerinin ön işaretleri gibi görünüyor. Birçok Arap ülkesi Filistinlilerin yanında yer almaktansa, taraflar arasında arabuluculuğa soyunmak gibi garip bir rolü benimsemişe benziyor. Arap ülkelerinin çoğunluğu, ilişkilerini sessizce normalleştirmeye çalıştıkları İsrail’le karşı karşıya gelmek istemiyor. Geçmişte Arapların geleceğini etkileyen hayatî davalarda güçlü söz sahipleri rolünü oynayan Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın bölgesel ve ulusal çıkarlarını göz önünde bulundurmaktan ziyade, ABD baskılarına boyun eğerek hareket etmeyi tercih ettiği iddiaları da basın-yayın organlarında yüksek sesle dile getiriliyor artık. Beklenmedik gelişmeler karşısında plansız ve stratejisiz kalan bu ülke yönetimlerinin, halkları tarafından büyük coşkuyla karşılanan Hizbullah ve HAMAS operasyonlarını diplomasiye hiç de uygun olmayan öfkeli bir dille eleştirmelerinin arkasındaki neden de bu olabilir.
İsrail basını ise Arap ülkelerinin içinde bulunduğu bu şaşkınlık halinden ve olayların sorumluluğunun Hizbullah-HAMAS, Suriye-İran cephesi üzerine yıkılmasından gayet memnun bir biçimde, olan biteni büyük bir coşkuyla sayfalarına taşımakla meşgul. Özellikle de Suudi Arabistan’ın takındığı tutum İsrail’in, Lübnan’a yaptığı saldırıları meşrulaştırması için bir can simidi vazifesi görüyor. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın bu üç devletin takındığı işbirlikçi tavrı övdüğü konuşmasında, “terör örgütü Hizbullah’ın, silahsızlandırılması ve siyasî açıdan zayıflatılması konusunda Arap âlemiyle görüş birliği içerisinde olduklarını” söylemesi, bölge tarihi açısından da bir ilk. Oysa İsrail tarafının elini güçlendirecek bir tutum takındıklarından beri, Kahire, Amman ve Riyad yönetimlerinin Arap ve dünya kamuoyundaki ağırlığı gittikçe azalıyor. Bu üç ülkenin sahneden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluğun, Suriye ve İran tarafından doldurulması ise kaçınılmaz görünüyor.
Geçtiğimiz günlerde Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Kahire’de yapılan Arap Birliği Dışişleri Bakanları Acil Toplantısı’nın sonunda Orta Doğu barış sürecinin ‘öldüğünü’ açıklasa da, aslında ölen barış süreci değil, Arap yönetimlerinin ta kendisi.
Ateş Düştüğü Yeri Yakar
Arap âleminde bunun benzeri bir bölünme ve görüş ayrılığı 1. Körfez Savaşı sırasında da yaşanmıştı. Ancak bu sefer taraflardan birinin İsrail, diğerinin ise direnişçiler olması, yönetimler ile kamuoyu arasındaki fikir ayrılığının daha da derinleşmesine yol açıyor. Bölgedeki tüm kötülüklerin başı ve sorunların anası olarak İsrail devleti ve onun yayılmacı politikalarını gören Arap toplumlarının hemen her kesimi, yani sessiz çoğunluk ile resmî makamlar arasında derinleşen bu fikir ayrılığının kısa olmasa da, orta ve uzun vadede sürtüşmelere hatta çatışmalara yol açacağı öngörülebilir.
Bölgede yaşanan gelişmeler, ABD’nin Irak’taki kaotik durum gibi bahanelerle bilinçli bir şekilde arka planı atmaya çalıştığı Filistin davasının tekrar Arap ve Müslümanların gündemine taşınmasını sağlaması açısından da önem arz ediyor.
Nitekim Arap kamuoyunda kıpırdanmalar başladı bile! Mısır ve diğer Arap ülkelerinin sokaklarında düzenlenen gösterilerde Hizbullah’ın lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın posterleri taşınıyor. Bu posterleri taşıyanların çoğunun Sünni Araplar olması da işin bir başka hassas boyutu. Bu durum, ABD’nin Irak işgali sonrasında birbirine düş/ürül/en tarafların sadece Irak’la sınırlı olduğunun ve bu mezhep çatışmalarının Irak dışında hiçbir anlam taşımadığının da bir göstergesi adeta.
Ancak yine de ateş düştüğü yeri yakıyor… Gazze’de uzun zamandır ekonomik sıkıntılarla boğuşan Filistin halkı, İsrail’in başlattığı saldırılar sonrasında daha da çaresiz bir noktaya sürüklendi. 15 yıl süren iç savaşın yorgun kahramanı Lübnan ise başına yağan bombaları çaresizce seyrediyor. Ardından Lübnanlı ve Filistinli anaların feryatları yükseliyor Beyrut ve Gazze semalarında: “Araplar ve Müslümanlar nerede?”
Paylaş
Tavsiye Et