AK Parti’nin kapatılması davası, uzun zamandır dile getirdiğimiz “yargıçlar iktidarı” (juristokrasi) anlayışının çok açık bir tezahürüdür, zirve noktasıdır. Yargıçlar iktidarı ile kastettiğimiz, yargı erkinin yasama ve yürütmeye dair yetkileri “gasp” etmesi ve en üstün ve birinci güç haline gelmesidir. Modern anayasalarda yargı erkinin görevi, yasama tarafından ortaya konulan hukuk kurallarının uygulanmasını denetlemektir; yeni hukuk kuralları koymak ya da hukuk kurallarını yeniden tanımlamak ve inşa etmek, yargı erkine tanınmış bir yetki değildir. Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı davada, bu çerçevede, iki önemli husus dikkat çekicidir. Birincisi, devlet ideolojisi adı verilen bir ideolojinin ve laiklik ilkesinin tanımlanma tekelini elinde bulundurmak iddiasıdır. İkincisi ise yasama organı üzerinde bir kontrol ve üstünlük statüsü iddiasıdır. Bu iki iddia da, yargı erkinin birincil ve üstün erk olduğu varsayımına dayanmaktadır; bu hem modern hukuk devleti anlayışına hem de mevcut Anayasa’ya aykırıdır. Aslında Anayasa ve yürürlükteki hukuk düzeni dışında bir devlet ideolojisinden söz edilemez. Laiklik de, hukuk düzeni içinde tanımlandığı şekli ve çerçevesi içinde anlaşılabilir. Bunun dışında, sadece yargıçların bildiği, ortaya koyduğu bir ideoloji ve laiklik tanımı olamaz. Devlet ideolojisini de laikliği de, gerekirse, tanımlayacak olan yasama organıdır. Açılan kapatma davası ise yargıçlar iktidarı anlayışını ispata çalışan önemli bir hamledir.
Türkiye’de yargıçlar iktidarına giden yol, 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle açılmıştır. Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı ve Genelkurmay Başkanı’nı yargılayan Yüce Divan, aslında bir yargıçlar iktidarı teşebbüsüdür. Arkasından yeni Anayasa’yla kurulan Anayasa Mahkemesi, yargıçlar iktidarını tesise yönelik bir adımdır. Dünyadaki benzerlerinin aksine Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin, kırk beş seneyi aşan faaliyetleri itibarıyla özgürlüklerin korunmasında ve devlet iktidarının sınırlanmasında hukuktan ve adaletten yana bir tutum takındığı söylenemez. Türkiye’de, dünyadakinin aksine, yasama ve yürütme her zaman yüksek yargı organlarından daha özgürlükçü olmuştur. Yüksek yargı organları, hükümetlerle TBMM’nin yetkilerini kısıtlamakta tereddüt etmezken, seçilmemiş merkez iktidar odaklarının hukuksuz tasarruflarına ise sesini çıkartmamıştır. Unutmamak lazım ki, Türkiye’de, 12 Eylül darbesinden sonra, yaklaşık iki yıl, anayasa mevcut olmamıştır; ama Anayasa Mahkemesi olmuştur. Böyle bir garabet dünyanın hiçbir yerinde yaşanmamıştır. Mahkeme yargıçları da böyle bir durumu içlerine sindirebilmişler ve görevlerine devam etmişlerdir.
1960’larda ve 1970’lerde, Mahkeme, Anayasa tarafından kendisine verilmeyen yetkileri kullanmış, Anayasa’da kendisi için getirilen sınırlamaları tanımamıştır. 70’li yıllar, Mahkeme ile TBMM arasında devam eden mücadelelere sahne olmuştur. Anayasa değişikliklerinin denetlenmesi konusunda TBMM tarafından getirilen sınırlamaları Mahkeme tanımamıştır. Bu sebeple 1982 Anayasası, Mahkeme’yi ayrıntılı olarak kısıtlamayı tercih etmiştir. Anayasa değişikliklerinin denetlenmesiyle ilgili düzenlemeler bunun göstergesidir. Buna rağmen Mahkeme, kendi kendine, Anayasa’da verilmemiş olan yetkiler ihdas ederek, kendi alanını sadece kendisinin belirleyeceğini ortaya koymuştur. “Yürürlüğü durdurma kararı” yetkisi bunun tipik bir örneğidir; Anayasa böyle bir yetki vermediği halde, Mahkeme kendi kendine bu yetkiyi almıştır.
28 Şubat sürecinde, yargıçlar iktidarı yerleştirilmeye ve güçlendirilmeye çalışılmıştır. Post-modern darbenin temel özelliği, silahlı kuvvetler yerine, yüksek yargı bürokrasisi eliyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu süreçte, yüksek yargı organları, hem yasamanın hem de yürütmenin birçok görevine el koymuştur. Hukuk kurallarından ibaret olan Türk hukuk düzeninin yanında, adeta, mahkeme yorumlarıyla oluşturulmuş ikincil bir “sanal hukuk düzeni” ihdas edilmiştir.
Aslında yargıçlar iktidarını Türk hukuk düzeni kabul etmemektedir. Anayasa’da ve diğer mevzuatta yargıçlar iktidarını engelleyecek hükümler mevcuttur. Ancak siyasi iktidarlar, yüksek yargı konusunda daima çekingen ve ürkek davranmışlar, hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmemişlerdir.
Bugünlerde kapatma davası çerçevesinde tartıştığımız asıl konu, yargıçlar iktidarına boyun eğip eğmeme konusudur. Türkiye’de seçilmemiş iktidar unsurları, yasama ve yürütme organı üzerinde belirleyici güçlerini kaybettikleri için, bürokratik yapıya sahip olan yargı organları üzerinden siyaset yapmaya çalışmaktadırlar. Bu açıyı kaybetmeden bakacak olursak, birçok yüksek yargı kararının hukuki değil siyasi nitelikte bir eylem olduğu ortaya çıkacaktır. Kapatma davaları ise, bütün dünyada siyasi nitelikte kabul edilen davalardır. Her ne kadar hukuk kurallarıyla düzenlenmiş olsalar da, Başsavcı’ya ve Anayasa Mahkemesi yargıçlarına tanınan takdir ve yorum hakları bu davaları siyasi yönü ağır basan davalar haline getirmektedir. Bu bakımdan “Artık mesele yargıya intikal etmiştir, sonucunu bekleyelim” şeklindeki yaklaşımlar bir hukuk terbiyesini değil, bir başka siyasi söylemi yansıtmaktadır.
Kapatma davası iddianamesi ise ayrı bir temel sorunu ortaya koymaktadır. Belirttiğimiz üzere, aslında bir siyasi belge olan bu tür iddianamelerde, bazı hukuki kriterlerin bulunması, bir mantığın ve tutarlılığın olması, hak verdirtecek bazı delillerin yer alması beklenmelidir. Halbuki mezkur iddianame, resmî devlet belgeleriyle ilgili atıflarını bile gazete kupürlerine yapmaktadır. Ama asıl önemli nokta, iddianamede kurgulanan devlet ideolojisinin mahiyeti ile ilgilidir. Türkiye’de laiklik çerçevesinde kurgulanan devlet ideolojisi, 27 Mayıs darbesinden sonra benimsenmiştir. 61 Anayasası, Cumhuriyet’in ilk Anayasası’nda yer alan “ideoloji”yi değiştirmiş, yeniden kurmuştur. 24 Anayasası’nın ikinci maddesi ile 61 Anayasası’nın ikinci maddelerini karşılaştırmak bu konuda açık bir fikir verecektir. 28 Şubat’tan sonra ise, 61 Anayasası’nda kurgulanan devlet ideolojisinin temel kavramı olan “laiklik”in tanımı değiştirilmiştir. Yeni tanım, 9 Mart 1971’de tasfiye edilen Yön ideolojisinin benimsediği tanımdır. Bu konuda Yöncülerin din hakkındaki kanaatlerini 28 Şubatçılarınkiyle karşılaştırmak yeterlidir. Bugün aslında bir dönem tasfiye edilen bir ideolojinin “devlet ideolojisi” olarak tanıtılmasıyla karşı karşıyayız. Kapatma davası bu konuda ciddi bir tartışmaya zemin hazırlarsa Türkiye’ye çok büyük bir iyilik yapmış olacaktır.
Kapatma davasının açıldığı günler itibarıyla, Mahkeme’den kapatma kararı çıkma ihtimalini yüksek görüyoruz. Bunun iki önemli sebebi var. Birincisi, parti kapatma davalarının, hukuki değil siyasi oluşuyla alakalıdır. Bu bakımdan, teknik bir hukuk davası ile karşı karşıya değiliz. Kapatma davaları her zaman, dünyanın her yerinde, bir siyasi projenin ilk adımıdır. O halde böyle bir proje, sadece bir iddianame ile kalmaz, kalamaz. Devamı da projelendirilmiş olmalıdır. Aksi halde iddianame, hakkında dava açılan partiyi güçlendirir. Bu durumda ise hiç dava açmamış olmak daha doğrudur. Eğer dava açılmışsa, davanın sonucu hakkında da yüksek ihtimalli bir kanaat mevcut olmalıdır. İkinci sebep ise, Türkiye’nin yaklaşık on yıldır yaşadığı süreçlerle ilgilidir. Türkiye’de uzun bir zamandır seçilmeden iktidar olan ve iktidarda kalan bir çevre, artık iktidarını gerçek anlamda kaybetmektedir. “Müesses Nizam” değişmekte, yeniden inşa olunmaktadır. Kapatma davası, bunu engelleyeceği varsayılan son hamledir. Bu hamlenin hedefine ulaşması sağlanacaktır.
Bütün bu mülahazalar, davanın açıldığı günler itibarıyladır. Siyasetin, doğru tercihler ve hamlelerle bu projeyi bozması mümkündür ve gereklidir. Türkiye’nin son şansı da zaten budur. Bugün siyasetin elindeki imkanlar sadece klasik siyaset imkanları değildir. “Müesses Nizam”ın bu haliyle sürdürülebilmesi artık tabiat kanunlarına aykırı hale gelmiştir; gerçek zaafı, dışındaki şartlardan değil, kendi içindeki şartlardan kaynaklanmaktadır. Bu durum ise siyasete olağanüstü bir imkan sunmaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et