BİZDE daha ziyade “Deli” lakabıyla anılan Rusların Büyük Petro’su 1697’de çıktığı 18 aylık Avrupa seyahatinden Moskova’ya döndüğünde Avrupa’da gördüğü hayat tarzının -tıpkı teknolojide olduğu gibi- Rusların geleneklerinden çok üstün olduğuna kanaat getirmişti. “Dünyada mevcut tek medeniyet”in özelliklerini ülkesine kazandırabilmek için bir yandan orduyu modernleştirmeye başlayan Petro, diğer yandan da bir dizi toplumsal reforma girişti. İlk iş olarak da sakal traşından başladı ve ülkedeki bütün memur ve seçkinlerin sakal bırakmalarını yasakladı. (Fakat bu durum, sakalı bir statü sembolü olarak gören geleneksel Rus aristokrasisi içinde büyük rahatsızlık doğurunca Çar, yıllık 100 ruble “sakal vergisi” ödeme karşılığında aristokratlara geçici olarak müsamaha gösterdi.) Böylece sakal traşı Rus modernleşmesinin önemli sembollerinden biri haline geldi. Tesadüfe bakın ki Osmanlı’da da askerî ve siyasi alanda modernleşmenin öncülerinden olan ve tıpkı Petro’nun kendisine isyan eden seçkin askerleri “streltsi”lerin 1.200’ünü öldürüp ordunun bu kısmını lağvetmesi gibi, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldıran II. Mahmud da benzer bir “toplumsal reform” gerçekleştirdi. Ulema hariç bütün devlet memurlarının sakal bırakmalarını yasakladı; ayrıca -Yunanlılardan alınan- fes giyme zorunluluğu getirdi. Osmanlı ve Rus modernleşmecilerine göre Avrupa’nın (medeniyetin) tekniğini almak yeterli değildi, görüntüyü de düzeltmek şarttı.
Birçok bakımdan Osmanlı modernleşmesinin bir devamı olan Cumhuriyet rejimi de bu anlayışı devam ettirdi, hatta dış görünüşe “çekidüzen verilmesi” konusunda daha da ısrarcı oldu. Bu nedenle bir yönüyle “gardırop modernleşmesi” olan Cumhuriyet döneminde kadınların giyim-kuşamı bir ölçüde değiştirildiği gibi erkeklerin de görünüşlerine el atıldı. Mesela bir dönem, ayaklarındaki çarıklar ve pejmürde kıyafetleriyle görüntü kirliliğine sebep olan köylülerin -Avrupalı resmî görevlilerin gelip gittiği- Çankaya’ya girmesi yasaklandı. Sakaldan zaten hazzetmeyen Cumhuriyet’in ilk elitlerinin çoğu “Avrupa medeniyetine katılmak için” bıyıklarını da traş ettiler, sonra da fesi atıp fötr şapka giymeye başladılar ve bunu bütün memurlar için de zorunlu kıldılar. Fakat ilginçtir ki bu seküler elitler, aynı zamanda fesi Cumhuriyet imamının mesleğini icra ederken giydiği kıyafetin (üniformanın) bir parçası haline getirdiler. II. Mahmud ulemaya sarıklarını çıkarma mecburiyeti getirmemişken; Cumhuriyet, imamın sarığını atıp fes giymesini zorunlu kıldı. Fes dolayımıyla yaşanan bu kayma, sembolik düzeyde, bir yandan dinî bilginin taşıyıcıları ve dinin devlet içindeki temsilcileri olan ulemanın konumunun daha da zayıflatılmasını ifade ederken, diğer yandan da devletin dindarlarla “külahları değiştiği” anlamını taşıyordu.
Cumhuriyet tarihi boyunca (hatta günümüze kadar) Türkiye’de seçkinler tarafından “modern” giyim-kuşamın bir parçası olarak görülen sakalsızlık-bıyıksızlık hali, Batılılaşmanın bir göstergesi, “medeniyete katılma”nın bir gereği gibi algılandı. Şehirli elitler “geri kalmış” Anadolu’yu ve onun taşralılarını küçümserken bu tavırlarını çoğu zaman sakal ve bıyık üzerinden ifade ettiler. Hakikatte ise sakal-bıyık karşıtlığı, tıpkı bir yönüyle başörtüsü karşıtlığı gibi, sınıf temelli toplumsal farklılaşmanın ve giderek bir tahakkümün simgesine dönüştü. Hele de onlarca yıldır küçük görmeye alıştıkları dindarların siyaset, ekonomi ve entelijansiya içerisinde serpilip haklarını talep etmeye başlamalarıyla beraber, şimdiye kadar ellerinde tuttukları imtiyazlı konumlarının sarsılmasından endişe eden seçkinler nezdinde sakal-bıyık (ve toplumsal farklılaşmanın diğer simgeleri), sık sık uygulamaktan çekinmedikleri “sembolik şiddet”in birer aracı haline geldi. Böylece Cumhurbaşkanı’nın dindar eşinin nasıl giyin(mey)eceği, Başbakan’ın yemek yerken çatalı hangi elle tutması gerektiği gibi konularda pervasızca ahkâm kesme fırsatlarını kaçırmadılar.
Rahmi Koç’un geçtiğimiz günlerde aristokratça bir tavır sergilediğini zannederek yaptığı, “Ben işyerlerimde sakallı ve bıyıklı adam çalıştırmam” şeklindeki açıklaması tam da bu çerçeveye oturuyor. (Emrinde çalışacak kadınlara etek boyu vs. ile ilgili koyduğu şartlar dindar kadınlardan da pek hazzetmediğini gösteriyor.) Ayrımcılık içermesi sebebiyle açıkça suç olmasının ötesinde bu sözler, ülkemizin en büyük kapitalistinin, mensubu olduğunu zannettiği “medeniyet”in, kapitalist kültürün değerlerini aslında hiç de özümseyemediğini ortaya koyuyor. Zira Batılı bir kapitalist, bu tür düşüncelere sahip olsa bile, hem böyle bir ayrımcılığın suç olduğunu (dolayısıyla muhtemelen yüklüce bir tazminat cezasına çarptırılacağını) bilir, hem de asgari nezaket kurallarını gerektiren burjuva kültürüne saygısından dolayı bu tür görüşleri kamusal alanda kesinlikle dile getirmez. Dolayısıyla gerçek burjuvazinin aksine aslında devlet tarafından beslenip büyütülmüş ve birçok açıdan devlet bürokrasisine bağımlı olan geleneksel Türk burjuvazisinin bir mensubu olarak Koç’un bu sözleri, temsilciliğini yaptığını düşündüğü (Batılı) büyük burjuva hayat tarzının basit etiket kurallarını bile içselleştirememiş olduğunu açık etmektedir.
İşin daha da vahim tarafı, Cumhuriyetçi seçkinlerin uzun yıllardır dindar halk üzerinde hoyratça uyguladığı tahakkümün yaygınlığı dikkate alınırsa Rahmi Koç pek de yalnız sayılmaz. Yani kapitalist patron Koç’un tavrı, siyasi ve kültürel alanlarda da sıkça gözlemlendiği gibi, aslında geleneksel-seküler seçkinlerin “ezici” çoğunluğu için de geçerli. Bir yandan âşık olup diğer yandan da nefret ettikleri, ama her halükarda görüntü açısından benimsediklerine inandıkları “medeniyet”in kültürünü ve nezaket kurallarını özümseyemedikleri gibi Türkiye toplumuna içkin geleneksel İslami nezaketten de nasipsiz olan mevcut seçkinlerin iki arada bir derede kalmış psikolojilerinin, derinliği olmayan kültürel yüzeyselliklerinin bir dışavurumudur bu tavır.
Ülkemizin elitleri bir medeniyet tercihi yapmış ve mesela Batı medeniyetinin bütün unsurlarını hakkıyla içselleştirebilmiş olsalardı eğer, en azından bugünkü şizofrenik zihniyetten muzdarip olunmaz, Türkiye’nin devamlı surette marazi durumlar ve anlamsız çekişmeler içerisinde enerji ve zaman kaybetmesine yol açılmazdı. Dolayısıyla ihtiyacımız olan şey, bu yüzeysel tavırları doğuran ve aşağılık kompleksiyle malul zihniyete yüz vermeyen, felsefi ve tarihî derinliğimizin bilincinde olan, yani kendi medeniyet değerlerimize sahip çıkan bir toplum haline dönüşmektir. Bunun öncülüğünü de siyasi, ekonomik ve kültürel kurumlarda etkin, söz konusu medeniyet derinliğini özümsemiş yeni bir seçkinler kuşağı yapacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et