ASLEN “heyet/komite” anlamına gelen İspanyolca kökenli junta, zamanla siyaset literatüründe “[darbeci] generallerin yönetimi” anlamını kazanır. En bilinen örnekleri, 1961’de Fransa tarafından Cezayir’de ve 1969’da Brezilya’da kurulan askerî yönetimlerdir. Günümüzde Burma, Libya ve Fiji gibi ülkelerde de cunta idaresi mevcut. Bir de uzun yıllar ara kategoride kalan Türkiye gibi ülkeler var.
Bugün, “darbe ile yönetimi ele geçirmek üzere ordu içinde kurulan gizli örgüt” anlamında da kullanılan junta, Türkiye siyasetine İttihat ve Terakki’nin bir armağanı: 1896’da ordu içindeki bir grup asker ve onların -özellikle tıp doktorlarından oluşan- sivil destekçileri tarafından gizli bir örgüt olarak kurulan İttihat ve Terakki, iktidara geldikten sonra bile bir süre “gizli” kalmaya devam etti. Enver, Cemal ve Talat paşaların oluşturduğu “İttihatçı trio”, Osmanlı Devleti’ni bir süre perde gerisinden idare etti; artan eleştiriler üzerine bu paşalar İttihat ve Terakki’yi parti haline getirerek hükümete girmek durumunda kaldılar. Türk siyasi literatürüne “junta”nın muadili olarak “komitacılık” kavramını da bu İttihatçı kadro hediye etti.
Cunta Cuntaya Karşı
İttihat ve Terakki devlete hâkim olsa da “komitacılık” ordu içerisinde bir virüs gibi yayılmıştı. Nitekim 1908 “devrimi”nin üzerinden bir yıl bile geçmeden bir grup asker yeni bir cunta örgütlenmesiyle “karşı devrim”e kalkıştı. 31 Mart Vakası olarak bilinen bu ordu-içi isyan, İttihatçı “Hareket Ordusu” tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı ve II. Abdülhamid’in darbeyle tahttan indirilmesinde bahane olarak kullanıldı. II. Meşrutiyet yılları boyunca liberal İtilafçıların yaygın siyasi muhalefetine rağmen Büyük Savaş’ın sona erdiği 1918 yılı sonuna kadar İttihat ve Terakki ordudaki hâkim güç olmayı sürdürdü.
“Milli Mücadele” yıllarında cuntacılık geçici olarak ortadan kalksa da 1922’de saltanatın ilgasının hemen ardından ordu içindeki bölünmüşlük tekrar ortaya çıktı. Bu aslında İttihatçıların kendi içindeki bir bölünmeydi. Bir tarafta, Milli Mücadele’yi yürüten üst düzey subaylardan Kazım Karabekir, Rauf ve Refet paşaların, diğer tarafta ise Mustafa Kemal ve onun sadık yardımcıları Fevzi ve İsmet paşaların başını çektiği iki grup orduyu ve siyaseti kazanmak için mücadeleye girişti. Ancak bu mücadele kısa sürdü; zira birinci grubun kurmuş olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 1924’te kapatılması ve 1926 İzmir “Suikastı”nın akabinde başlayan İstiklal Mahkemesi’ndeki yargılamalar sonucunda bu grup yoğun bir şiddet kullanımıyla tasfiye edildi.
Cunta ve Cumhuriyet
Cumhuriyet döneminde cuntacılık Tek Parti döneminin sona ermesiyle tekrar zuhur etti ve hileli 1946 seçimleri sonrası ilk cunta kuruldu. Bu bölünmenin iki sebebi vardı: CHP-DP çekişmesi ve ordunun teknolojik donanım ve eğitim açısından geri kalmış olması. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesinin ardından Batılı bir eğitim almaya başlayan genç subayların bu iki durumdan duyduğu rahatsızlık, ordu içinde çatlamaya yol açtı. 1954 seçimleriyle DP’nin mutlak hâkim duruma gelmesinin ardından da DP karşıtı cuntalaşma yaşandı. Beş yıllık bir hazırlıktan sonra, genelde albaylardan oluşan bu cunta 27 Mayıs darbesini yaptı ve Türkiye’de on yıllarca sürecek olan askerî vesayet rejimini başlattı.
1960 darbesini yapan albaylar hem DP’yi hem de kendi üstleri olan generalleri tasfiye ederek ordudaki disiplinin ortadan kalkmasına yol açtılar. Bugün bile durumdan vazife çıkarmaya çalışan “genç subaylar” bu albayları örnek alıyorlar. Nitekim 1962 Şubat’ı ve 1963 Mayıs’ında yaşanan ordu-içi ayaklanmalar (Talat Aydemir vakası) 60 darbesinin yeni birer denemesiydi. Devleti “halktan” korumak üzere -bir kısmı bugün de mevcut olan- Danıştay gibi kurumları üretmesinin yanı sıra, subayların hafızasına darbe yapmanın meşru olduğu fikrini de nakşeden 1960 darbesi, bu açıdan da bir dönüm noktasıdır.
Cuntacılık 70’li yıllarda da devam etti. 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren cunta, önceki birkaç yıl boyunca “darbe şartlarını hazırlamak için” ülke çapında sağ-sol çatışmasını örgütlemişti. 1983’ten sonra başbakan olan Turgut Özal’ın dışa açılmayı ve sivil siyaseti önceleyen yönetimine karşı çeşitli cuntalar kuruldu ve rivayete göre Özal’ın sonunu da bunlar getirdi. 90’lı yıllar ise cunta faaliyetleri açısından nispeten sakin geçti; zira Demirel-Çiller-Yılmaz çizgisinin dizginlerini elinde tutan ordu zaten rahattı. Ekonomik veriler açısından Cumhuriyet tarihinin en kötü on yılından biri olan ve devlet içinde yolsuzlukların ayyuka çıktığı bu dönem, 2001’de modern tarihin en büyük iktisadi kriziyle noktalandı.
Sivil Siyaset ve Yeni Cunta
Elbette 28 Şubat (1997) müdahalesi de bu döneme damgasını vurdu. Ancak bu “post-modern” darbeyi yapan Çevik Bir liderliğindeki cunta, bu defa daha sofistike yöntemler kullandı; darbe konusunda “sivil inisiyatif”in önemini kavrayarak yüksek yargıyı, merkez medyayı ve birtakım “sivil” toplum örgütlerini -kâh eğiterek kâh zorlayarak- yanına almak suretiyle “psikolojik harp” yöntemlerine dayalı yeni bir anlayışla “yumuşak” müdahalesini gerçekleştirdi.
Kasım 2002’de AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle beraber, ordu içindeki “Ergenekon” örgütlenmesi hiç vakit kaybetmeden (2003 yılı başlarında) kolları sıvayarak “Ayışığı”, “Sarıkız”, “Yakamoz” ve “Eldiven” gibi isimlerle darbe planları yaptı. Akim kalan bu planlar “Ergenekon”u yıldırmamıştı: Dağlıca ve Aktütün baskınları ile başarısız 27 Nisan (2007) e-muhtırasından sonra da cunta çalışmaya devam etti ve bu yılın başlarında (Mart-Nisan 2009) “AKP’yi bitirme” ve “Kafes” operasyonlarını planladı. Bildik psikolojik harp yöntemlerinin yanı sıra korkunç cinayetleri öngören bu planlar da akim kaldığına göre, ordu içindeki cunta(lar) ve onların “sivil” uzantıları muhtemelen hâlâ görev başındalar.
Cuntalaşmanın Sonu Var mı?
Bütün bunlar gösteriyor ki cuntalaşma modern Türk ordusunun en temel gerçeği. Tarihi cuntalar ve askerî müdahalelerle dolu olan TSK’nın genç mensupları, geçmişin hatırasıyla yetişerek darbe ve hukuk dışı müdahaleleri meşru görüyorlar. Aldıkları “çağdaş” (sivillere güvenmemeyi, devleti TSK’nın en üstte yer aldığı hiyerarşik bir bütün ve halkı da bu hiyerarşinin en altındaki güruh olarak gösteren) eğitim de bu algıyı destekliyor. Bu eğitim sürecinden geçtikten sonra toplumdan soyutlanmış bir hayat süren subaylar, eylemlerinin yol açtığı siyasi, ekonomik ve fiziksel-psikolojik bunalımların da genelde farkında olamıyorlar.
Dolayısıyla bu sorunun çözümü çok boyutlu olmak durumundadır: Askerî eğitim sistemi reformdan geçirilmeli ve toplumsal inziva haline son verilmeli; ayrıca mevcut darbe anayasası mutlaka değiştirilerek ordunun yetki alanı daraltılmalı ve siyasete müdahalesi önlenmelidir. Hukuk kurallarının değiştirilmesi tek başına yeterli olmayacağından uygulamaya da geçilmelidir: “Ergenekon” gibi suç şebekelerine bulaşmış emekli ve muvazzaf üst düzey subaylara “dokunulması” bunun için bir başlangıç olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et