TÜRKİYE ve dünya Müslümanları için son günlerin en önemli iki olayı başörtüsü yasağının “sokağa yayılması” ve karikatür krizi, aslında günümüzde gittikçe daha yoğun bir şekilde yaşanan bir laiklik krizinin tezahürleridir. Her iki olayın altında, aynı zihniyet ve bu zihniyete ilişkin temel bir sorun yatıyor. Bu sorun, esasen Aydınlanma Düşüncesi’nin de temelinde yatan modern Batılı ben-idrakinin ve bunun uzantısı olan laiklik anlayışının dışlayıcı karakteriyle alakalıdır. Bu nedenle İslam’ın en kutsal değerlerinden birine yapılan hakaret ile Müslümanların bir diğer kutsalına yönelik hakaretamiz kısıtlama, esasen aynı kaynaktan çıkan iki habaset ırmağına işaret ediyor.
Danıştay’ın Türkiye’de örtünmeyle ilgili verdiği son karar, iki açıdan önemli ve bir o kadar da tehlikelidir. Birincisi, örtünme yasağı devlet daireleri ve üniversite kampüslerinden taşarak sokağı da kapsayacak hale getiriliyor. Her ne kadar bu kararın uygulanması pratikte çok zor olsa da, sırf sembolik bakımdan bile son derece önemli bir yasak bu. İronik bir biçimde, bu kararla son zamanlarda demokratikleşme yönünde mesafeler kat eden Türkiye’de, devletin güç merkezlerinden bir kısmına vaziyet etmiş kişilerin, insanların sokakta dahi nasıl giyineceklerine karışma hakkını kendilerinde gördüklerine şahit oluyoruz. Bundan bir adım sonrası ise en mahrem alan sayılan evde bile kimin nasıl giyineceğine müdahale etmektir; ki bu artık faşizmin zirve noktası olur. Bereket, böyle bir şeyin -en azından pratikte- uygulanma ihtimali pek yok.
İkincisi de en az ilki kadar tehlikeli: Danıştay’ın dinî bir pratiği aynı dine mensup öğrenciler için de “kötü örnek” olarak tanımlaması. Böylece bu kurum, yalnızca seküler hukuk alanında değil, dinî alanda da kendini neyin iyi neyin kötü olduğunu tayin etme konumunda görmüş oluyor. Bu, bir hukuk dairesinin kendini bir tür ‘dinî otorite’ olarak konumlandırması anlamına gelebileceği gibi, aynı zamanda onun “laik” niteliğiyle de çelişki arz ediyor.
Bu son kararla daha da pekişen örtünme yasağının zihnî arka planında bir yandan seküler (olduğu varsayılan) devletin kutsallaştırılması, diğer yandan da devlet ile toplum arasındaki gri bölgenin adı olması gereken kamusal alanın, devletin alanı ile özdeşleştirilmesi olguları yer alıyor. Böyle olunca “her durumda haklı ve dokunulmaz” görülen devlet (ki burada, “devlet” dediğimiz aygıtın gerçekte yek-vücut ve insanların yapıp etmelerinden bağımsız olmadığı gerçeğini göz önüne alırsak, devlete hükmeden gruplardan söz ediyoruz aslında) istediği her alanı “kamusal” olarak tanımlama ve “âli menfaatleri için” her türlü yasağı bu alanlarda uygulama hakkına sahip görünüyor. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi devlet ne tek parça ve statik bir aygıt, ne de aşkın bir varlık, aksine onu yöneten ve bunun için mücadele eden kişi ve gruplardan oluşuyor; bu da dindarlar üzerindeki baskıların ilelebet uygulanamayacağını gösteriyor.
Örtünme yasağı, devletin kendini irticadan koruma özgürlüğü olarak meşrulaştırılmaya çalışılırken; karikatür krizi de ifade özgürlüğü bağlamında haklılaştırılmak isteniyor. Bu son olayda soru, “İfade özgürlüğü mü, dinî hoşgörüsüzlük mü?” şeklinde formüle edilerek bu yaklaşımın altında yatan ırkçılık gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor. Siyasî arka planı bariz olan ve planlanmış olduğu anlaşılan bu kriz aslında -istisnaları olmakla beraber- genelde Batılı insanın hücrelerine kadar sirayet etmiş olan dışlayıcılık (kendinden olmayanı ötekileştirme, öteki’ni de kendisiyle aynı varlık derecesinde görmeme) eğilimiyle açıklanabilir.
Laiklik ve Araçsal Akıl
Laiklik refleksiyle haklılaştırılmaya çalışılan örtünme yasağı ve ifade özgürlüğü ile kamufle edilmek istenen “karikatür ırkçılık” esasen aynı olguyla ilişkilidir. Her iki olayın da altında yatan; temel karakteri dışlayıcılık ve tahakküm olan ve 18. yüzyılda Aydınlanma Düşüncesi’yle billurlaşan modern Batılı ben-idrakidir. Bu idrakin doğurduğu pozitivist zihniyet dünyayı ve toplumu ikili karşıtlıklarla algılar ve bu ikiliklerden birinin ötekine tahakkümünü normalleştirir. Örneğin bu zihniyet, toplumu ‘kamusal’ ve ‘özel’ alanlara ayırarak kamusalı ‘rasyonel’ (aklın alanı), özeli de ‘irrasyonel’ (duygusal) olarak tanımlar; kamusal aktif, özel ise pasiftir. ‘Seküler’ ve ‘dinî’ olan arasındaki ayrım da böyledir: Din irrasyonel ve pasiftir, ancak özel alanda yaşama hakkına sahiptir. Eğer özel alanın dışına taşarsa, ya devletin alanına girmiş ya da ifade özgürlüğüne müdahale etmiş olur, ki her iki durum da (doğal olarak!) çok tehlikelidir. Görüldüğü gibi bu zihniyet, devleti mutlaklaştırarak sivil/toplumsal ilişkilerin alanını daraltıyor; ifade özgürlüğünü mutlaklaştırarak da din ve vicdan hürriyetine yaşama alanı bırakmıyor. Böylece en masum durumlar/talepler dahi -değişen siyasî bağlamlara koşut olarak- tehlikeli hale getirilebiliyor.
Modern Batı’da bilginin sekülerleş(tiril)mesi, aklın araçsallaştırılmasıyla beraber gerçekleşti. Yukarıda sözü edilen, Batılı-seküler kurum ve değerleri besleyen rasyonalite esasen araçsal rasyonalitedir; yani herhangi bir dinî değerden bağımsız, teknik hedefleri gerçekleştirmeye yarayan ve metafizik olanı dışlayan akıl. Bu akıl, toplumları “Batılı” (rasyonel) ve “diğerleri” (irrasyonel) olarak kodlayıp Batı’nın siyasî ve askerî tahakkümünü normalleştirirken; laikliği “nötr” (normal), dini ise “anormal” olarak işaretler. Sonuçta -aslında kendisi de bir nevi dine dönüşmüş olan- laikliğin din (özelde İslam) üzerindeki tahakkümünü de normalleştirir. “Doğal” olarak, dinin “itaat eden” konumunda olması sebebiyle, dindarların eşitlik talepleri (örneğin ifade özgürlüğü adına dinî inançların rencide edilmemesi) de aşırı/tehlikeli hale gelebiliyor. Dolayısıyla gerek laiklik, gerekse ifade özgürlüğü konusunda seküler olanı nötr kabul eden söylem, toplumsal alandaki iktidar ilişkilerinin üzerini örterek, laiklik ve ifade özgürlüğü kavramlarını birer “sembolik şiddet” aracına dönüştürüyor. Örneğin karikatür krizinde, hem yayınlanan hakaretamiz karikatürlerin kendileri, hem de Batılı-seküler tahakkümü gizleyen ifade özgürlüğü söylemi marifetiyle yayılan araçsal akıl, Müslümanlar üzerinde sembolik şiddet uygulamaya yarıyor. Buna karşı gösterilen -ve elbette şiddete dönüşmemesi gereken- tepkiler de “özgürlük karşıtı” ve “irrasyonel” olarak kodlanabiliyor.
Peki, bu durumda nasıl bir tavır takınmalı? Araçsal aklı reddetmek, irrasyonelliğe yöneliş gibi romantik ve reaksiyoner bir konumu davet etmemeli; aksine bunun alternatifi ‘değer-bağımlı rasyonellik’ olmalı. Yine bu rasyonellik, Weber’in wertvernüntigkeit adını verdiği ve Kantçı rasyonel ahlakla sınırlı aklın da ötesinde, sadece bir erdemi gerçekleştirmeye yönelik değil aynı zamanda bizzat bir erdemden kaynaklanan ve metafizik olanı dışlamayan bir akıl olmalı. Zira ancak bu şekilde bugün ulusal ve uluslararası siyasetin diline hâkim olan ‘realist’ söylemin aksine, bir ‘değer-bağımlı siyaset’ (belli ahlakî öncüllerden yola çıkarak üretilen siyaset) mümkün olabilir. Ahlakî olanı reddetmeyen bu değer-temelli rasyonaliteye dayanan siyaset, insanların kutsallarına saldırıyı ifade özgürlüğüyle eşitlemediği gibi, gösterilen haklı tepkilerin şiddet içermesine de müsaade etmez. Ancak bu şekilde hem seküler tahakkümden kurtulmak, hem de farklı görüşlerin “barış içinde bir arada” yaşamaları mümkün hale gelir.
Paylaş
Tavsiye Et