Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Kapak
Yüksek yargı oligarşisi
Mustafa Şentop
YARGI erki yirmi seneye yakın bir zamandır, giderek artan bir yoğunlukta Türkiye’nin en önemli sorunu haline geldi. Son on yıldır Türkiye’de, yargı erkinin konumu, yetkileri ve etkinliği çerçevesinde bir rejim krizi yaşanıyor. Hukukiliği “şeklen kanuna uymak” olarak anlayanlarla, böyle bir anlayışa zihniyet itibarıyla mütemayil askerî bürokrasinin yüksek yargı üzerindeki etkinliği, yasama ve yürütmeyi gerçekte “tâli” birer organ haline getiriyor. Yasama organı, askerî bürokrasinin temel düşünüş istikametlerinden farklı hiçbir kararı alamıyor, eğer almışsa bu karar iptal ediliyor, işletilemiyor. Yürütme organı ise tam bir “kuşatma” altında; hükümetlerin hiçbir temel siyaseti icra mevkiine konulamıyor. Çoğu zaman Anayasa’da açıkça yasaklandığı halde yürütme organının yerine geçerek kararlar alan yüksek yargı, Türkiye’nin en güçlü erkine dönüşüyor. 28 Şubat askerî müdahalesi zaten böyle bir eylem planı üzerine oturtuldu. Askerî müdahale, hukukiliği önemsenmeyen yargı kararlarıyla adım adım gerçekleştirildi. Bu kararların adalete, hukuka ve hatta mevzuata uygunluğu dikkate alınmadı, yargı organlarına tanınmış olan yargılama ve hüküm verme yetkileri suistimal edilerek farklı bir yapay/sahte hukuk düzeni oluşturuldu. Türkiye hâlâ bu yapay/sahte hukuk düzeni içinde yaşatılmaya çalışılıyor. Rejim krizi işte budur.
Yaşanan rejim krizine zemin oluşturan yapısal kurgu, 27 Mayıs askerî darbesinden sonra hazırlanan anayasa ve kurulan yeni hukuk düzeni ile karşımıza çıktı. Devletin temel kurumları, egemenliğin teorik kaynağı olarak gösterilen halktan ve onun seçtiklerinden bütünüyle yalıtıldı, gücünü sadece Anayasa’dan alan bir bürokratik oligarşi oluşturuldu. Yüksek yargı ise bu oluşumun meşruiyetini sağlayan bir emniyet mekanizması haline getirilmeye çalışıldı; toplumun ve seçilmiş siyasetin müdahalesini engelleyen bir sistem benimsendi. Yeni rejimin kilit kurumlarından birisi Anayasa Mahkemesi olurken, diğeri ise yüksek yargı kurumlarının yapısını belirleyen Yüksek Hâkimler Kurulu oldu. Bu kurulun 1982 Anayasası’ndaki karşılığı olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) son aylarda ne kadar güçlü bir merkez olduğunu bize gösterdi.
1961 Anayasası ile ilk kez kurulan Yüksek Hâkimler Kurulu, on sekiz asıl ve beş yedek üyeden oluşuyordu. Bu üyelerden altısı Yargıtay Genel Kurulu’nca kendi üyeleri arasından gizli oyla seçiliyordu. Diğer altı üye, birinci sınıfa ayrılmış hâkimlerce yine kendi aralarından gizli oyla seçilerek belirleniyordu. Son altı üye ise TBMM tarafından seçiliyordu. O dönemde çift meclisli yasama organı olduğu için bu altı üye her iki meclise eşit şekilde paylaştırılıyordu. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu, yüksek mahkemelerde hâkimlik yapmış veya bu mahkemelere üye olma şartlarını haiz kimseler arasından gizli oyla ve üye tam sayılarının salt çoğunluğu ile üçer üye seçiyordu. Aynı usullerle Yargıtay Genel Kurulu iki; birinci sınıfa ayrılmış hâkimler, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu birer yedek üye seçiyordu.
TBMM’nin de üye belirlediği bu sistem, mevcut HSYK yapısına bakanlar için günümüzde de en ileri çözümler arasında gösteriliyor. Halbuki 1961 Anayasası, daha önce Adalet Bakanlığı’nın yetkisinde olan hâkimlerle ilgili işleri seçilmiş siyasetçilerin elinden almak için bu modeli benimsemişti; TBMM’ye de, hesaplara göre etkili olmayacak şekilde Kurul’da üye belirleme hakkı tanımıştı. Kurul’un bu şekildeki oluşumu hükümetin etkisini kaldırma bakımından bir bağımsızlık olarak addedilse bile, egemenliğin kaynağı olan halkla ve seçimlerle irtibatını önemli ölçüde azalttı. Daha sonraki düzenlemelere bakarak 1961’deki sistemi savunmak izafi olarak makul gözükse de bu şekliyle Kurul’un “meşruiyet” sorununu göz ardı etmesi gerekir. 1961 Anayasası’nda yapılan 1971 değişiklikleri ile bu sistemden vazgeçildi, Yüksek Hâkimler Kurulu’nun sadece Yargıtay Genel Kurulu tarafından seçilen on bir asıl ve üç yedek üyeden oluşması öngörüldü. Kurul’u, Yargıtay’ın kontrolüne bırakan bu sistem bürokratik oligarşinin ikinci adımı oldu. 1961’de seçilmiş siyasetin yargı sistemi üzerindeki etkisi önce azaltıldı, 1971’de ise bu etki sıfırlandı.
27 Mayıs’la başlayan bürokratik oligarşi rejimi, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle tahkim edildi. Çoğu zaman sanıldığı gibi her darbenin ayrı bir ideolojisi mevcut değildir; hepsi de aynı amaca, bürokrasinin hâkimiyetini güçlendirme, aksayan yönleri düzeltme ve geliştirme amacına yöneliktir. 1982 Anayasası da aynı istikamette, daha önce aksaklık yaşanan hususları düzeltmeye çalıştı. Yeniden inşa edilen HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın üye olarak bulunmaları ise Kurul içinde seçilmişlerin etkisini göstermiyor; verilmeye çalışılan görüntünün aksine Kurul, en çok siyasete ve Adalet Bakanlığı’na karşı bağımsız. Bugün HSYK’nın Adalet Bakanı ve müsteşar dışında kalan tüm üyeleri Yargıtay ve Danıştay tarafından seçiliyor. Yargıtay ve Danıştay üyelerini ise HSYK seçiyor.
HSYK’da zaman içinde geliştirilen bu “kast” yapısı, yargının bütünündeki yapılanmaya sirayet etti ve yargı düzeni içinde hiyerarşik ilişkiye imkan verdi. Böylece Yargıtay ve Danıştay, HSYK üyelerini belirlemenin vermiş olduğu bir güçle, yerel mahkeme hâkim ve savcıları üzerinde otorite tesis edip hiyerarşi kurdu. HSYK kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olması ise tablonun vahametini iyice arttırdı. Böylece, Yargıtay ve Danıştay’da görev yapan “imtiyazlı” bir hâkim sınıfı oluşturdu, yerel mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcılar ise “ikinci sınıf” mertebesinde addolundu. Tam anlamıyla bir yüksek mahkemeler saltanatı/oligarşisi oluşturuldu.
Türkiye, acilen güdümlü yüksek yargı oligarşisine dönüşen bu “siyasi rejim”den kurtulmak zorunda. Bunun için her şeyden önce HSYK’nın yapısını, meşruiyeti tartışılmaz, hukuki ve demokratik bir mahiyete kavuşturmak gerekir. Öncelikle Kurul’un üye sayısı arttırılmalı; Kurul bünyesinde adli yargı ve idari yargı hâkimleri ile savcılar için ayrı ayrı üç farklı daire oluşturulmalıdır. Bu dairelerin vermiş oldukları kararlara karşı, Genel Kurul’un itiraz hakkı olmalıdır. İtiraz sonucu verilen kararlar da yargı denetimine tabi tutulmalıdır. Asıl önemlisi HSYK üyelerinin tamamı, belirlenmiş kriterlere göre TBMM tarafından seçilmelidir. Üyelikler için ayrılacak kontenjan ise 1961 Anayasası’ndakine benzer bir oranla tespit edilebilir.
Mahkemelerin kararlarını “Türk Milleti Adına” verdiklerine dair iddiaları belki o zaman gerçeklik payına sahip olur. Yoksa “doğuştan” Türk Milleti adına karar verme yetkisine sahip yargı oligarklarının yönettiği bir Türkiye’ye mahkum kalırız.

Paylaş Tavsiye Et