ASKERLERİN bazı suçlar bakımından sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan kanun değişikliğinin iptali üzerine yapılan değerlendirmelerin önemli kısmında, konu manipüle edilmeye, kamuoyu yanıltılmaya çalışılıyor. Askerî yargının hukuk sistemindeki yeri ve iptal edilmiş olan düzenlemenin çerçevesi iyi anlaşılmadıkça konu hakkında doğru bir fikre sahip olmak mümkün değil.
“İkinci Cumhuriyet”in başlangıcı olarak kabul edilen 27 Mayıs darbesinden itibaren, “diğer vatandaşlar için” oluşturulmuş yargı düzenine tabi olmak istemeyen ordu için ayrı bir yargı düzeni kuruldu. 1961 Anayasası’nın 138. maddesiyle getirilen bu ayrıcalıklı yargı düzeni, 1982 Anayasası’nda da aynı kelimelerle düzenlenen 145. maddede muhafaza edilerek sürdürüldü. Bu ayrıcalıklı yargı, sivil hâkimlerin tabi olduğu atanma, görevden alınma, terfi ve sicil esaslarına tabi olmayan, bu sebeple hâkimlik teminatına ve bağımsızlığa tam anlamıyla sahip bulunmayan askerî “hâkim”lerden oluşuyor. Düzenlenme şekli bakımından emir-komuta zincirine dayanan bu yargı yapılanmasında, sicilleri komutanları tarafından tutulan hâkimlerin bağımsızlığından söz etmek ise mümkün değil.
Bu yargı yapısının sürdürülmesine, askerinden siyasetçisine ve “sivil” yargıcına kadar, taraftar olanlar var. Ancak bu taraftarlar, kanaatlerinin dayanağı olan gerçek hususları gizleyip manipülatif gerekçelerle kamuoyunu yanıltmaya çalışıyorlar. Mesela, askere sivil yargı yolunu kolaylaştırmak için yapılan kanun değişikliğini iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne götüren CHP, 1996 Kasım’ında İl İdaresi Kanunu’nda yapılan ve EMASYA Protokolü’ne dayanak teşkil eden düzenlemenin iptali için açtığı davada, asker-sivil ilişkilerine dair bugünün demokratlarının dile getiremediği güçte ve keskinlikte itirazlar ortaya koyuyor. Ortaya çıkan tutum değişikliğini samimi bir kanaat değişikliği olarak kabul etmek mümkün gözükmüyor.
“Askere sivil yargı yolunu açan” düzenlemeye karşı yöneltilen itirazları değerlendirirken önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Yapılan kanun değişikliği, muvazzaf askerlerin “bütün suçları bakımından” sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlamıyor. Değişikliğe karşı yapılan, asker kaynaklı olduğu belli eleştirilerde, muvazzaf askerler bütün suçları bakımından sivil mahkemelerde yargılanacaklarmış şeklinde bir intiba veriliyor. Eğer gerçekten böyle olsaydı, yani muvazzaf askerlerin bütün suçları sivil yargıya götürülecek olsaydı bu itirazlar anlaşılabilirdi. Halbuki yapılan değişiklik, sadece, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK)’nın 250. maddesinde açık olarak belirtilmiş ve sayılmış suçlar bakımından muvazzaf askerleri sivil yargıya tabi kılıyor. Aslında bu suçları işleyenler, uygulamada zaten askerî mahkemelerde değil, sivil mahkemelerde yargılanıyorlar. O halde, zaten uygulamada mevcut olan bir durumu kanun metni haline getirmek neden sorun teşkil etsin? Bu sorunun açık bir cevabı var; uygulamada rastlanan bazı keyfî yorumlarla kanundaki hüküm çarpıtılıyor, sivil yargıya tabi olması gereken davalar askerî yargının görev alanına sokuluyor. Bu keyfiliğin önüne geçmek için kanun değişikliğine ihtiyaç vardı.
CMK’nın 250. maddesinde sayılan suçlar şunlar: “Türk Ceza Kanununda yer alan;
a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu, (veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu)
b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar.”
Düzenlemede son (c) bendinde belirtilen suçlar, “Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar”, “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”, “Millî Savunmaya Karşı Suçlar” ve “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” başlıklarını kapsıyor.
Yani düzenlemeye göre muvazzaf askerler sadece bu suçlar için sivil mahkemelerde yargılanacaklardı. Diğer bütün suçlar, yani Askeri Ceza Kanunu’nda yer alan ve Türk Ceza Kanunu’nda bu belirtilenler dışında kalan bütün suçlar bakımından askerî yargının görev alanıyla ilgili genel hükümler geçerliliğini koruyordu.
Anayasa Mahkemesi, son zamanlarda, özellikle başkanının açıklamalarıyla, kamuoyunda “hoş” karşılanmayan kararlarını verirken, kabahati Anayasa’ya atıyor. Bu tutum sorumluluktan kaçmanın zekice bir örneği. Anayasa’nın paradigmasının ve hükümlerinin özgürlükçü olmadığı aşikâr; ancak Anayasa Mahkemesi’nin de özgürlükçü olmadığını kabul etmek gerekiyor. Özgürlük taraftarı bir mahkeme, hiç tartışmasız, mevcut Anayasa ile de hukuktan ve özgürlüklerden yana kararlar verebilir. Askerî yargı kararında bunu göremiyoruz örneğin. Anayasa Mahkemesi’nin “oybirliği” ile Anayasa’ya aykırı bulduğu düzenleme aslında mevcut Anayasa’ya aykırı da değil.
Askerî yargının görev alanına giren suçlar için Anayasa’nın 145. maddesi dört ölçüt belirliyor: a) asker kişilerin askerî suçları (Askeri Ceza Kanunu’nda suç olarak belirtilen fiiller) b) asker kişilerin asker kişilere karşı işledikleri suçlar, c) asker kişilerin askerî mahallerde işledikleri suçlar, d) asker kişilerin askerlik görev ve hizmetiyle ilgili suçları.
Bu ölçütleri dikkate alarak, yapılmış kanun değişikliğini inceleyecek olursak şu tespitleri yapabiliriz: CMK’nın 250. maddesinde belirtilen suçlar, askerî suç değiller. Bu suçlar asker kişilere karşı işlenmiş suçlar da değil. Böylece, Anayasa’nın 145. maddesinde yer alan dört ölçütten ilk ikisi açısından Anayasa’ya aykırılık durumu yok. Örneğin “uyuşturucu madde imal ve ticareti, bu ticaretten elde edilen parayı aklama” fiili askerî mahallerde işlenebilir mi? Veya mafyavari yapılanmalar içinde haksız çıkar sağlamak amacıyla örgüt faaliyeti yürütmek askerî mahallerde mümkün mü? Bu suçlara konu fiillerin askerî mahaller dışında da bir bağlantısı ve devamlılığı olması gerektiği açık.
Suç işleyenin asker kişi olması, suçun askerî mahallerde işlenmiş olması halinde de, askerler ve siviller tarafından müşterek işlenen suçlar bakımından ayrı bir hüküm mevcut. Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu’nun 12. maddesine göre, askerî mahkemelere tabi kişiler (muvazzaflar) ile adliye mahkemelerine tabi kişiler (emekli askerler ve askerlikle ilişkisi olmayan siviller) tarafından müşterek olarak işlenen bir suç, Askeri Ceza Kanunu’nda yazılı bir suç ise askerî mahkemelerde, aksi takdirde sivil mahkemelerde yargılanıyor.
Bütün bunlar, Anayasa’nın 145. maddesinde belirlenen ölçütler bakımından yapılmış olan kanun değişikliğinde herhangi bir sorun bulunmadığını açık bir şekilde gösteriyor. O halde kabahat aslında Anayasa’da değil, askerin “devlet içinde devlet” olması ayrıcalığını gönülden benimseyen Anayasa Mahkemesi’nde.
Türkiye’nin en önemli sorunu, askerin “devlet”e paralel bir “devlet” yapılanması oluşturur şekilde konumlandırılması. Askerî yargı konusunda atılacak adımlar bu sorunun çözümü için kilit mahiyette ve büyük önem taşıyor. Anayasa’nın askerî yargıyı düzenleyen 145. maddesine dokunmayan bir anayasa değişikliği sivil ve demokratik olamaz.
Paylaş
Tavsiye Et