Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Teknik ve medeniyet arasında üniversite
A. Kemal Bersay
TOPLUMSAL sistemlerin kendilerini yeniden üretmesini sağlayan en önemli kurumlardan biri olan üniversite, bu hayatî konumuna rağmen Türkiye’de başından beri teknik bir alan, üniversite tartışmaları da teknik bir mesele olarak görülmüştür. Reforma ihtiyaç duyduğu konusunda herkesin ittifak ettiği üniversite sistemimizin bir türlü köklü bir iyileştirmeden nasipdar olamayışının başlıca sebebi de budur.
‘Teknik’, modernleşme tarihimizin en efsunlu kelimelerinden biri olageldi. Frenklerden geri kalışımızın sebebi teknik gelişmelere ayak uyduramamak, modernleşebilmemizin en emin yolu da Batı’nın ileri teknolojisine sahip olmak olarak algılandı. O kadar ki, Osmanlı devletinin çöküş döneminde yaşanan Batılılaşma süreci de temelde ‘teknik’ bir mesele (devletin kurtarılması) olarak görüldü. Hal böyle olunca, 18. yüzyıl sonlarında başlayan modernleşme maceramızın ilk adımları, askerî eğitim ve teknolojilerin ithali başta olmak üzere, teknik alanda yapılan teşebbüsler oldu. Bugüne kadar modernleşme adına yapılan reformlar da (‘üniversite reformu’ dâhil) bu teknik çerçevede kaldı.
Dahası, modernleşmenin teknik bir problem olarak gerekliliği konusunda toplumun farklı kesimleri de görüş birliği içindeydiler. 19 ve 20. yüzyıllarda yaşanan Batılılaşma tartışmalarında yalnızca Batıcılar değil, İslamcıların çoğunluğu da modern tekniğe duyulan ihtiyaç konusunda bir kuşku izhar etmiyorlardı. Garbın bilim ve teknolojisini alıp ‘ahlak’ını almamayı öğütleyen Mehmet Akif bu ikisinin ayrıştırılabileceğini varsayarken, 20. yüzyıl boyunca toplumun seküler siyasî ve kültürel elitleri bu ayrımı yapmaya dahi gerek görmeden Batılılaşmayı bir paket program olarak aldılar. Ancak bu iki farklı yaklaşımın buluştuğu noktayı Yusuf Akçura’nın “Bize filozof değil, demirci lazım” sözü özetliyordu. Türkiye’nin maarif politikalarının özüne de işaret eden bu söz, aynı zamanda modernleşme tarihimiz boyunca her kesimden siyasî ve entelektüel elitin Batı medeniyeti karşısındaki çaresizlik ve aşağılık kompleksiyle malul halet-i ruhiyelerini de resmediyordu.
Hal böyle olunca Türkiye’de üniversite eğitimi de teknik bir alan olarak anlaşılageldi. Bunda hiç kuşkusuz, ‘üniversite’nin vatanı Batı’da yüksek öğretimin temelde ‘piyasa’ya (ekonomi ve bürokrasiye) teknik eleman yetiştiren bir kurum olarak kurgulanmasının da etkisi var. Bunun yanında, Aydınlanma döneminden beri sayısal ve tabii bilimlerin göz kamaştıran ampirik başarıları, bizde de mühendislik ve teknik bilimlerin üstünlüğünün tartışmasız kabulü sonucunu doğurdu. Bu bilimsel gelişmelerden doğan pozitivist felsefe Batı’da bugün terk edilmiş olsa da Türkiye’de, özellikle siyaset ve üniversite sisteminde geçerliliğini koruyor. Bu sebeple genelde toplumu, özelde de ‘üniversite’yi tepeden inme tedbirlerle ‘yola getirme’ geleneği her zaman bu topraklarda hükümferma olageldi.
Nitekim Türkiye toplumunda toplum mühendisliği ile mühendislik fakültelerinin popüler konumu birbirine paralel olgulardır. Mühendislik bölümlerinin popülaritelerinin, dünyada azalırken, bizde artmaya devam etmesi; ihmal edilen sosyal bilimlerin ise hâlâ gerek prestij, gerek kalite açısından kayda değer bir konuma gelememesi ve genelde sayısal bölümlerin sözel olanlara göre daha ‘saygın’ görülmesi; sözel bölümlerden ise en popüler olanın sayısal disiplinlere en yakın bölüm olan işletme olması gibi durumlar Türkiye’deki üniversite sisteminin ‘teknik’ karakterinin birer yansımasıdır. Hatta öyle ki İmam-Hatip ve İlahiyat eğitimi veren okullar bile kamusal alandaki baskın söyleme göre bir meslek erbabı, âdeta bir teknik eleman addedilen, ‘din adamı’ yetiştiren kurumlardır.
Üniversite sisteminin bu temel özelliğinin bir başka göstergesi de, Türkiye’de siyasî elitlerin toplumsal arka planlarıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca -yakın zamana kadar- cumhurbaşkanlarının asker kökenli, başbakanların da genelde mühendislikten gelen kimseler olması, toplumsal hayatı düzenleme ve şekillendirmenin en önemli ‘yolu’ olan siyaset alanının da teknik bir ‘iş’ olduğu yargısını kuvvetlendirmiş; toplumun kaderinin teknik donanımlı aktörlere teslim edilmesi sonucunu doğurmuştur. Hatta, son ekonomik krizde olduğu gibi, siyaseti teknokratların dizayn edebileceği/etmesi gerektiği şeklinde ortaya çıkan bir liberal baskı da zaman zaman hissedilmektedir. Yine, tabii bilimlerde başarılı/ünlü olmuş bilim adamlarının toplumsal ilişkiler ve siyaset gibi insana dair, son derece karmaşık konularda -zaman zaman çocukça denilebilecek kadar- kolaycı formüllerle ortaya çıkıp kamusal alanda rahatça arz-ı endam edebilmeleri, dahası bu durumun kitlelerce kanıksanmış olması da ‘üniversite’nin teknik karakteriyle ilintilidir.
Neticede, İsmet Özel’e gönderme yaparak söyleyecek olursak, ‘medeniyet’i ‘teknik’ olana indirgeyip ‘üniversite’yi de bu teknik anlayışına göre tasarlayan siyasî yapı ve bu anlayış tarafından şekillendirilmiş zihinler bin yıllık medeniyet birikimimize yabancılaşmıştır. Sorun yumağı haline gelmiş üniversite meselesine bir yönetişim mantığıyla değil, ‘medeniyet’ perspektifinden bakılmalı ve ‘üniversite’ toplumsal yapının yeniden üretildiği, devletten ve resmî ideolojiden bağımsız bir kurum olarak görülmelidir. Çözüm; üniversite kampüslerini ideolojik çatışma ve tahakkümün teşhir alanları olmaktan çıkararak, bilgi üretimi ile aktarımının ve toplumsal sorunlara çözüm aramanın mekânlarına dönüştürmekten geçiyor. Ayrıca dışlayıcı değil kapsayıcı bir epistemolojik yaklaşımla sosyal bilimlere gereken önemi vermek; bu kapsayıcılığın bir sonucu olarak medeniyet birikimimizi gerek muhteva, gerekse format açısından içerecek şekilde üniversite sistemini elden geçirmek ve müfredatı yalnızca ‘fayda’ gözetici (teknik) bir bakışla değil, disiplinler arasındaki duvarları ortadan kaldırıp ilim kavramını merkeze alarak yapılandırmak gerekiyor.

Paylaş Tavsiye Et