BİRİNCİ Dünya Savaşı sonunda Yunanlılara karşı kazanılan zaferden sonra imzalanan Mudanya Mütarekesi gereğince, zaferin lider kadrosunda bulunan Refet Paşa, 19 Ekim 1922’de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak Trakya’yı teslim almak üzere İstanbul’a gider. Burada halka hitaben konuşmalar yapar ve basına demeçler verir. Padişaha hakarete varan eleştirileriyle saltanat sistemini yerden yere vuran Refet Paşa şöyle der: “Biz hiçbir zaman cumhuriyeti düşünmedik. O daima bizden uzak kaldı. Cumhuriyet ile meşrutiyet arasında fark görmem ve belki de bu, memleketimizin bünyesi için daha zararlı olur... Bizim bulduğumuz usul başka, bilakis bu milletin vaziyetine uygundur. Bu milletin başına bu kadar beladan sonra, bir de cumhur reisi intihabı belasını sarmağa ne lüzum var?” (Lütfi Fikri, Hükümdarlık Karşısında Milliyet ve Mesuliyet ve Tefrik-i Kuva Mesaili, İstanbul, 1338, s. 6)
Bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra Cumhuriyet’i ilan eden kadronun pragmatizmini yansıtan ve malum “özel şartlar”a vurgu yapan bu sözler, aynı zamanda nesnel olarak Cumhuriyet elitinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yılına hükmetmiş olan İttihat ve Terakki teşkilatının bir devamı olduğunu gösteriyor. Nitekim yakın tarihimizin yetkin araştırmacılarından Erik J. Zürcher, 1908-1950 aralığını tek bir dönem olarak alır ve buna “İttihat ve Terakki Dönemi” adını verir. 1950’de ise demokrasi dönemine geçilmiş, fakat bu daima sorunlu bir demokrasi olmuştur.
27 Mayıs 1960’taki darbe sonucunda Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanını hukuku araçsallaştırarak sudan sebeplerle idam eden bürokratik oligarşi, yaklaşık on yılda bir sivil-siyasete yönelik gayrimeşru müdahalelerini tekrarlamış ve her müdahalesinde ABD’nin de desteğini alarak Türkiye’nin istikrarına ve demokrasiye darbe vurmuştur. 2002 seçimleriyle başlayan yeni dönem, AKP hükümetinin -hem nesnel tarihsel (sosyo-politik) şartların dayatmasıyla hem de hükümetin lider kadrosunun iradesiyle- gerçekleştirdiği radikal reformların Türkiye’de sivil-siyaset ve hukuk devletinin sağlam bir biçimde yerleşmesini sağladığı, yeni ve sağlıklı bir demokratik dönemin başlangıcı olabilirdi. Ancak henüz bu mümkün ol(a)madı. Zira imtiyazlı konumunun sarsılmasından endişe eden oligarşik elitler, önce 2007’deki iki müdahale, bunların başarısız olması sonrası 2008’in Mart ayında yaptıkları “yargı darbesi” ile bu süreci kısmen de olsa baltaladı ve Türkiye’de demokrasi yine yara aldı.
İkinci 31 Mart Vakası
Yargıtay Başsavcısı’nın gazete kupürleriyle dolu mesnetsiz iddianamesini 2008 Mart’ının son günü aynen kabul eden Anayasa Mahkemesi, “Anayasal kurumlar”ın en önemlilerinden biri olarak, daha 8 ay önce seçmenlerin yaklaşık yarısının desteğini almış mevcut hükümete ve genelde sivil siyasete karşı başlatılan “yargı darbesi”nin baş aktörü oldu.
Tarihsel açıdan bakıldığında bu olay Türkiye’de İttihat ve Terakki idaresi ile Cumhuriyet yönetimi arasındaki “süreklilik unsurları”ndan bir başka şeye daha işaret ediyor: Bonapartizm. Fransa’da ihtilalin 10. yılında cumhuriyeti yıkarak getirdiği hukuk sistemi Code Napoléon’la kendi oligarşik tek-adam yönetimini oluşturur Napoléon Bonaparte. Aynı şekilde Türkiye’de saltanatın gücünü ortadan kaldırarak kendi askerî-bürokratik iktidarını kuran İttihat ve Terakki ve daha sonra Cumhuriyet’e rağmen “ideolojik hukuk sistemi” temelinde “devletin asıl sahipleri” olan askerî ve sivil bürokrasinin vesayetinde “demokrasi oyunu” oynamaya çalışan sivil siyaset… Yaklaşık yüzer yıllık arayla meydana gelen bu olaylar arasındaki paralellik gözden kaçmıyor.
1908’in 23 Temmuz’unda yaptıkları ihtilalle Saray’ın gücünü kıran ve padişahı “Anayasal monarşi” (Meşrutiyet) rejimine geçişe zorlayan İttihat ve Terakki, “hürriyet, eşitlik ve kardeşlik” sloganı eşliğinde gerçekleşen Meşrutiyet’in ikinci defa ilanından yaklaşık 8 ay sonra, 13 Nisan 1909’da meydana gelen ve “31 Mart Vakası” olarak anılan “karşı darbe”(!) hareketini fırsat bilerek Sultan II. Abdülhamid’i hal’ eder ve onun yerine tahta çıkardığı zayıf Sultan Mehmed Reşad’ı her daim kontrol altında tutarak iktidarını sağlamlaştırır.
Bu olaydan yaklaşık yüz yıl sonra benzer bir olaya daha şahit oluyoruz. 2007’nin 22 Temmuz’unda büyük bir seçim zaferiyle yerleşik düzenin bürokratik saltanatını zayıflatan sivil hükümet, seçimlerden yaklaşık 8 ay sonra 31 Mart 2008’de “Yeni-İttihatçılar”ın darbesine maruz kaldı. Tıpkı İttihat ve Terakki’nin yaptığı gibi, Cumhuriyet tarihi boyunca da resmî tarih kurgusu içerisinde bir “irticai kalkışma” olarak sunulan 1909’un 31 Mart Vakası ile 2008’in yeni darbesi ilk bakışta birbirine ters olaylarmış gibi görünüyor. Zira ilkinde “karşı darbeci irtica”yı Sultan II. Abdülhamid’in gizlice desteklediği iddia edilerek mevcut kurulu düzene karşı yapılan bir darbe söz konusuyken, ikincisinde bu darbe kurulu düzenin bekçileri tarafından yapılıyor. Dolayısıyla ikinci “31 Mart Vakası”nda İttihat ve Terakki çizgisindeki bürokrasi, “yenilikçiler”e karşı bir savunma refleksi içinde bulunuyor. Ancak her iki durumda da darbeyi yapan taraf “bürokratik oligarşi” olup esasen kendi sınıfsal çıkarlarını savunma amaçlı gayrı kanuni eylemlerle mevcut Anayasa’yı ihlal ediyor. Dolayısıyla her iki olay da aynı meşruiyet sorunu ile maluldür. Yüz yıl önce, kimin tarafından tertiplendiği şüpheli olan “31 Mart Vakası”nı bahane eden İttihat ve Terakki yönetimi, kendi iktidarını sağlamlaştırmak üzere darbe yapmışken, bugünkü bürokratik elitler, ellerinde böyle somut bir bahane bile olmaksızın hukuku araçsallaştırarak bir darbeye teşebbüs ediyorlar. Bir diğer farklılık ise darbeci kadronun kompozisyonu: Yüz yıl önceki müdahale -sivil bürokrasi ve kısmen ulema ve entelektüellerin desteğiyle- askerî bürokrasi tarafından yapılmışken; bugünkü darbe girişiminde -askerî bürokrasinin son yıllardaki reformlarla zayıflaması neticesinde- “yargı bürokrasisi” başrolü oynuyor.
20. yüzyılın başlarındaki “31 Mart Vakası”ndan sonra İttihat ve Terakki darbesiyle devlete hâkim olan bürokratik elitlerin aşırı güç temerküzü ile keyfi yönetimleri sonucu Türkiye bir dizi felakete maruz kalmış ve Birinci Dünya Savaşı ile bu kaotik dönem devletin yıkılmasıyla sonuçlanmıştı. 21. yüzyılın başlarındaki “31 Mart Vakası” ise muhtemel sonuçlarıyla, milli hâkimiyet ilkesine dayalı demokratik rejimin büyük bir yara almasına ve bunun yanı sıra yeni bir iktisadi felakete sebebiyet verebilir. Uluslararası ilişkilerde Cumhuriyet tarihinin en güçlü dönemini yakalamış ve ekonomisi nispeten düzlüğe çıkmış olan Türkiye bir an önce potansiyel tehlikesi büyük olan bu “arıza”dan kurtulmalıdır. Bunun en sağlıklı yolu şüphesiz memleketin kaderine gayrimeşru biçimde hükmetmeye kalkan bürokratik oligarşinin “zamanın ruhu”nun kendi yanlarında olmadığını görerek şeffaflaşması ve demokrasiye ve halk iradesine saygı göstermesidir. Her ne kadar bu ihtimal zayıf olsa da kaostan çıkış her zaman mümkündür. Bu çıkışın anahtarı da sivil toplumun elindedir.
Paylaş
Tavsiye Et