BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, Katarlı meslektaşının daveti üzerine 8. Doha Demokrasi, Kalkınma ve Serbest Ticaret Forumu’nda bir konuşma yapmak ve resmî temaslarda bulunmak üzere 13-15 Nisan’da Katar’a yaptığı ziyaret, tartışmaları beraberinde getirdi. Bir CHP milletvekili, son beş ayda Cumhurbaşkanı, Başbakan ve sekiz bakanın bu ülkeye yaptığı ziyaretlere atıfta bulunarak “Katar’da maden mi bulduk?” diye sordu. AKP hükümetlerinin yurtdışı ziyaretleri bugüne kadar defalarca eleştiri konusu olmuş, Meclis’te soru önergeleri verilmişti. Basında da konuya ilişkin ilginç yorumlar yer almıştı; kimine göre Başbakan devlet kasasından dünya turu yapıyor, kimine göre ise Türkiye ile yetinmeyip dünya lideri olma ihtirasıyla yanıp tutuşuyordu. Aslında, istisnalar hariç, 85 yıldır ya “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” düzeyindeki sloganlarla içe kapanmaya ya da büyük güçlerden birinin eteğine yapışıp iç ve dış politikasını “güvence” altına almaya alışmış zihinlerin dış politika açılımlarını algılayabilmeleri elbette kolay değil.
Aslında yurtdışı ziyaretlerin dış politikanın önemli bir unsuru haline gelmesi Turgut Özal ile başladı; ardından Süleyman Demirel en çok yurtdışına çıkan Cumhurbaşkanı olarak kayıtlara geçti. Ancak her ikisinin de çabaları kalıcı güven ortamını tesis etmeye yetmediği için ziyaretlerin başarıları sınırlı kaldı. AKP hükümetinin niyetlerine yönelik başlangıçtaki şüpheler ise zamanla dağıldı. Bunda yeni dış politika anlayışının yanı sıra bu politikanın mimarlarının ve uygulayıcılarının da etkili olduğu aşikâr.
Dış politika açılımları çerçevesinde, Türkiye’nin güvenliğini ve istikrarını ülke sınırları içine odaklanarak sağlama şeklindeki geleneksel anlayış terk edilerek, bunu başta komşu ülkeler olmak üzere çevre bölgelerdeki ve nihayetinde uluslararası ortamdaki barış, refah ve istikrara bağlayan bir anlayış geliştirildi. Bu bağlamda kâh iyi komşuluk ilişkileri ve ekonomik işbirliği teşvik edilerek, kâh bölgesel işbirliği çabalarına öncülük yapılarak, kâh çatışma ve krizlerde arabuluculuk girişimleri ve barışı koruma faaliyetleriyle, kâh insani yardımlar ve yeniden yapılandırma programlarıyla aktif ve çok boyutlu bir dış politika izleniyor.
Artık dış politika tercihleri, belli ideolojik kalıplara hapsolmaktan ve iç politik kaygılara kurban edilmekten kurtulmuş durumda. Daha önce genellikle Batı ile ilişkilerde hayal kırıklığına uğradığında Doğu’ya yönelen Türkiye, artık Doğu ve Batı ile olan ilişkilerini birbirinin alternatifi değil, aksine tamamlayıcısı ve destekçisi olarak görüyor. Temel dış politika hedefi olan AB’ye üyelik çerçevesinde müzakereler yürütülürken, ABD ile zaman zaman gerilimler yaşansa da ortaklık sürüyor; Rusya ile ticari ilişkiler iyi bir düzeye ulaşırken, Balkanlar, Karadeniz, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da işbirliğinin artması ve barışın tesisi için gayret sarf ediliyor; Afrika, Latin Amerika, Güney ve Doğu Asya gibi daha önce ihmal edilmiş bölgelere artık önem veriliyor. Coğrafya ve tarih avantajının yanı sıra yumuşak güç sonuna kadar kullanılıyor. Dış politikada bu ölçek büyümesi, ister istemez yabancı ülkelerle temasların ve üst düzey ziyaretlerin katlanarak artmasını beraberinde getiriyor.
Üst düzey ziyaretlerde listenin başlarında AB ülkeleri ve ABD yer alıyor. Dış politika önceliği olması hasebiyle hükümet, daha iktidara gelir gelmez AB yolunda yoğun bir diplomasi trafiği başlatmıştı. Ekim 2005’teki kararın ardından başlayan tam üyelik müzakerelerinde başta Kıbrıs meselesi olmak üzere yaşanan çeşitli sıkıntılar sebebiyle süreç yavaşlasa da karşılıklı ziyaretler sürüyor. Zira kriz dönemlerinde ipleri koparma alışkanlığı bırakılmış durumda; problemleri zamana yayma ve bu süreçte farklı alanlarda işbirliğini sürdürme tercih ediliyor. Bunun en iyi göstergesi de AB ile ilişkilerde en büyük baş ağrısı olan Yunanistan’la ticaret hacminin 2007 itibarıyla 3,2 milyar dolara ulaşması. Benzer bir durum ABD ile ilişkiler için de geçerli; 1 Mart tezkere kriziyle başlayan (ki bu kriz diğer bölgelerde Türk dış politikasının önünü açtı) ve Ermeni meselesi, Irak, PKK gibi konularda devam eden sıkıntılara rağmen bu ülke en çok ziyaret edilenler arasında yer alıyor.
Kendi güvenliği ve istikrarı için komşularla problemlerini çözmeye ve çevre bölgelerde barış ve istikrarı sağlamaya odaklanan Türkiye, yaşanan çatışmaların ve krizlerin önlenmesinde arabuluculuk rolüyle öne çıkıyor. Zaten özellikle Ortadoğu’da gerek devletler arasındaki çatışmalarda gerekse iç çatışmalarda bütün taraflarla iletişim kurabilen ve sözüne itibar edilen tek aktör olarak görülüyor. Herhangi bir diplomatik ilişkisi bulunmayan veya ilişkileri bozulmuş olan ülkeler arasında mesajları muhataplarına iletiyor ve gerektiğinde tarafları Türkiye’de bir araya getiriyor. Bu anlamda yeni savaş senaryolarının gündemden düşmediği bir süreçte Suriye-İsrail barış sürecinin başlaması için uzunca bir süredir arabuluculuk girişimlerini sürdüren Türkiye, bölgede kışkırtılan Şii-Sünni çatışmasına karşı da girişimlerde bulunuyor. Türkiye’nin bu girişimleriyle savaşa kararlı olan taraflara geri adım attırabilmesi elbette mümkün değil. Bunun farkında olan Türkiye, bölgede iktisadi alanda karşılıklı bağımlılık yoluyla çatışmaların maliyetini artırmaya ve diplomasiye öncelik vererek savaş kararlarını ötelemeye çalışıyor.
Türkiye, dış politika açılımları çerçevesinde yapılan ziyaretlerle oluşan güven ortamında, pek çok bölgesel örgütle kurumsal bağlar kurma fırsatı elde etti. Amerika Devletleri Örgütü, Karayip Devletleri Birliği ve Afrika Birliği’ne daimi gözlemci statüsüyle katıldı. Arap Birliği ile Türk-Arap İşbirliği Forumu kurulmasını öngören bir anlaşma imzaladı. Güney Doğu Asya Ülkeleri Örgütü (ASEAN) ile Şanghay İşbirliği Örgütü’nün de önümüzdeki dönemde bu listeye eklenmesi için çalışmalar sürüyor. 2004’te Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri seçilmesinin ardından Türkiye’nin teşkilatta etkinliği arttı; Mart 2008’de yapılan zirvede yeniden seçilen İhsanoğlu, 2013’e kadar bu görevi yürütecek. Türkiye’nin bizzat yoğun çabalarıyla başlayan ve bugün artık uluslararası kabul gören Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ile Medeniyetler İttifakı girişimlerini de bu bağlamda zikretmek gerekir.
Türkiye dış politikadaki etkinliğini 2009-2010 döneminde Güvenlik Konseyi geçici üyeliği ile sürdürmek istiyor. Bu bağlamda Eylül 2003’te adaylığını ilan ettiğinden bu yana, dış temaslarıyla Eylül 2008’de yapılacak seçimlere bir nevi hazırlık yapıyor. Büyük-küçük BM üyesi bütün devletlerin bir oy hakkına sahip olduğu bir ortamda Türkiye’nin daha önce ihmal veya göz ardı edilen bölgelere yaptığı açılımlar önem arz ediyor. Bu bağlamda İstanbul’da gerçekleşen, 50 ülkenin katıldığı En Az Gelişmiş Ülkeler Bakanlar Konferansı ilePasifik Okyanusu’ndaki 16 ada devletinin dışişleri bakanları toplantısını, önümüzdeki aylarda Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi ve Karayipler Topluluğu Dışişleri Bakanları Forumu gibi geniş katılımlı toplantılar takip edecek.
Ziyaretlerin ekonomik önemine de değinmek gerekir. 2001’deki Cumhuriyet tarihinin en ağır krizinden çıkışta ve ekonomik verilerin iyi bir düzeye gelmesinde işadamlarının da katıldığı dış ziyaretlerin etkisi hiç şüphesiz oldukça büyük. Ziyaretler sırasında yapılan temaslar ve imzalanan anlaşmalar sayesinde Türk işadamları dünyanın dört bir yanında yatırım yapma fırsatı bulurken, daha önce risk payı yüksek olarak görülen Türkiye’ye yabancı sermaye akışının da önü açıldı. 2002’de 87 milyar dolar olan dış ticaret hacmi 2007’de 277 milyar dolara ulaştı. Ayrıca enerji koridoru olmayı hedefleyen Türkiye’nin dış temaslarında petrol ve doğalgaz boru hatları ile ulaştırma projeleri önemli bir yer tutuyor. Türkiye, iktisadi alanda karşılıklı bağımlılığı artırarak, tıpkı AET/AB örneğinde olduğu gibi, siyasi alanda mevcut problemlerin aşılmasının kolaylaşacağı, yani ekonominin barışın temeli olacağı kanaatinde. Bu sebeple karşılıklı ziyaretleri ikili ilişkilerin güçlendirilmesi, işbirliği alanlarının çeşitlendirilmesi ve siyasi diyaloğun derinleştirilmesi açısından önemli bir adım olarak görüyor.
Körfez Sermayesi, Ekonomik Krizin Can Simidi
Dünya ekonomisinin krize girdiği bir dönemde AKP’ye yönelik açılan kapatma davası iç siyasi dengeleri altüst ederken, krizin Türkiye’yi de sarsmaması için dışarıdan sıcak para girişine ve yatırımlara ihtiyaç duyuluyor. Petrol fiyatlarının rekora koştuğu bu dönemde servetini artıran Körfez sermayesi öne çıkıyor. Kişi başına düşen milli gelirin 70 bin dolar olduğu Katar ile ticaret hacmi, AKP hükümeti göreve geldiğinden bu yana 20 kat artsa da, halihazırda 480 milyon dolar düzeyinde. Dolayısıyla serbest ticaret anlaşmasının bir an önce imzalanarak ticaretin önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Ayrıca Doğu ile Batı arasında enerji köprüsü olma iddiasındaki Ankara, petrol ve doğalgaz zengini bölgeyle ilişkilerini geliştirmekte geç bile kaldı; Körfez İşbirliği Konseyi ile kurumsal bağların tesis edilebilmesi için Konsey’e üye Katar’ın desteği önemli.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Arap ülkesi denildiğinde aklına deve, çöl ve bedeviden başka bir şey gelmeyen Türkiye’deki bazı çevreler ideolojik mülahazalarla bu ülkelerden uzak durmaya çalışsa da, dünyanın önde gelen ülkeleri çoktan bu bölgeye girmiş durumda ve ekonomik ilişkileri artırmak için adeta birbiriyle yarışıyor. Hatta mortgage krizinin patlak vermesini müteakip ABD ve AB ülkeleri liderleri birbiri ardına Körfez’e giderek milyarlarca dolarlık anlaşmalar imzaladılar. Hükümetin doğalgazda dünya üçüncüsü olan ve önemli bir finans merkezi olma yolunda hızla ilerleyen Katar’a son dönemde ardı ardına yaptığı ziyaretlerin sebeb-i hikmeti işte bunlar. Ancak Ankara’da oturarak sadece muhalefet yapabilenlerin bu ziyaretlerin önemini kavraması elbette mümkün değil.
Paylaş
Tavsiye Et