ŞİLİ şüphesiz, son yıllarda ABD hegemonyasına karşı verdiği mücadele sayesinde dünya çapında bir lider haline gelen Hugo Chavez’in Venezüella’sı ile bölgenin geleneksel güçleri Arjantin ve Brezilya’dan sonra Latin Amerika’nın en tanınmış ülkesidir. Şili’nin bu tanınmışlığının arkasında dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda gibi sanatçıların yanı sıra, General Augusto Pinochet gibi eli kanlı diktatörlerin isimleri de bulunmaktadır. 1970 seçimlerini az bir farkla kazanarak göreve gelen ve sosyalist bir program uygulamaya başlayan Devlet Başkanı Salvador Allende’yi, 11 Eylül 1973’te düzenlediği darbe ile deviren Pinochet, 10 Aralık 2006 akşamı başkent Santiago’daki askerî hastanede son nefesini verdi. Ve kendisinden geriye 20. yüzyılın en kanlı miraslarından birinin korkunç hatıralarını bıraktı.
Allende, darbe sırasında bulunduğu Başkanlık Sarayı La Moneda’nın dışına sağ çıkamadı. Resmî açıklamaya göre Küba lideri Fidel Castro’nun kendisine hediye ettiği silahla intihar etti. Taraftarlarına göre ise darbeciler tarafından öldürüldü. İlginçtir ki kendisini devirecek olan Pinochet’yi 23 Ağustos’ta -yani darbeden sadece iki hafta önce- genelkurmay başkanı olarak atayan da Allende’nin bizzat kendisiydi. Allende’nin yakın dostu ve destekçisi olan Neruda da darbeden yaklaşık iki hafta sonra 23 Eylül 1973’te hayatını kaybetti. Eceliyle ölen Neruda’nın cenazesi, bütün tehditlere rağmen, gücünü daha yeni konsolide etmeye başlayan askerî yönetime karşı bir protesto gösterisine dönüşmüştü. Ancak CIA ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından açıkça desteklenen Pinochet, Şili’yi Latin Amerika’nın en uzun süreli ve en kanlı askerî yönetimi haline getirmeye kararlıydı.
Darbenin ardından ilk iş olarak ülkeyi idare etmek üzere askerî cuntayı göreve getiren Pinochet, Kasım 1973’te gizli polis servisi DINA’yı kurdu. DINA elemanları, her ne hikmetse Latin Amerika’da darbe yapan askerlerin büyük çoğunluğunun eğitim gördüğü askerî okul olan, ABD’deki “School of Americas”da (2001’den beri Western Hemisphere Institute for Security Cooperation olarak geçiyor) eğitiliyorlardı. 1974’te kendisini devlet başkanı ilan eden Pinochet’nin 17 yıl süren dikta yönetimi sırasında 30.000’den fazla insan işkenceden geçirildi, 3.200 kişi öldürüldü. DINA tarafından tutuklananlardan bazıları hapishane yerine doğrudan Santiago’daki futbol maçlarının yapıldığı stadyuma getiriliyordu ki bu onlar için ölüm ilanı anlamına geliyordu. Santiago Stadyumu, “Akbaba Operasyonu” olarak bilinen, 1950’lerden 1980’lere kadar Güney Amerika’daki otoriter askerî diktatörlükler tarafından sol hareketlere karşı yürütülen karşı-terörizm ve istihbarat operasyonları kampanyasının simgesi haline geldi.
Pinochet diktası altında Şili, ekonomik açıdan sarsıcı bir reform sürecine girdi. ABD’nin desteği ile serbest piyasa ekonomisine geçildi. Ülke inkar edilemez büyük bir gelişme gösterdi. Tabii bu gelişmeden aslan payını alanlar, alışılageldiği üzere halk kitlelerinden ziyade askerî yönetime yakın seçkinlerdi. 1989’da düzenlenmesini kabul etmek zorunda kaldığı serbest seçimlerde muhalefet karşısında yenilgiye uğrayan Pinochet, 1990’da devlet başkanlığı görevini halefine teslim ederken, Şili de yeniden demokrasiye geçiyordu.
Ancak yakınlarını kaybeden ya da işkence gören binlerce insan Pinochet’den yaptıklarının hesabını mahkeme önünde hiçbir zaman soramadı. Çünkü Pinochet sağlık sorunları bahanesi ile yasal boşlukları kullanarak mahkemeye çıkmaktan kurtulmayı başardı. Ekim 1998’de bir ameliyat geçirmek üzere İngiltere’ye geldiğinde, dikta döneminde Şili’de öldürülen İspanyolların açtığı davaya bakan Hakim Baltasar Garson, Pinochet hakkında tutuklama emri çıkardı. 16 Ekim 1998’de Londra’da tutuklanan ve soykırım ile işkence suçlarından yargılanması için İspanya’ya iade edilmesi gündeme gelen Pinochet, İngiltere’de yaklaşık 18 ay göz hapsinde tutulduktan sonra sağlığının kötüleşmesi üzerine Şili’ye gönderildi.
Şili’ye dönünce mahkemeye verilen Pinochet, yayımladığı bir bildiriyle yönetimi sırasında işlenen suçların siyasi sorumluluğunu üstlendi. Yaptıklarına kılıf olarak ülkesinin ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığını söyleyen Pinochet’ye göre, bu insanlara karşı bir savaş veriliyordu. Sağlık durumu nedeniyle mahkemeye çıkartılamayan Pinochet, göz hapsinde tutulmaya devam etti. Öldüğü sırada, insan hakları ihlalleri ve zimmetine para geçirmek suçlarıyla hakkında açılmış 300’den fazla dava hâlâ sürüyordu.
Pinochet’nin ailesi, düşmanlarının mezarını tahrip edeceği kaygısıyla 12 Aralık’ta Santiago’da düzenlenen askerî cenaze töreninin ardından cesedini doğum yeri olan Valparaiso yakınlarındaki gizli bir krematoryumda yaktı. Tören sırasında muhalifleri, onlarca kişinin yaralandığı ve tutuklandığı protesto gösterileri düzenlerken, onun ülkeyi kurtardığını düşünen taraftarları son yolculuğuna uğurluyor ve ardından dua ediyorlardı. Pinochet’nin oğlu Marco Antonio Hiriart, tören sırasında Ocak 2006’da devlet başkanı seçilen sosyal demokrat Michelle Bachelet’yi, babası için devlet töreni düzenlenmesi ve üç günlük yas ilan edilmesine izin vermemesi nedeniyle eleştiriyordu. Darbeyi desteklemediği için cunta tarafından öldürülen bir hava kuvvetleri komutanının kızı olan Bachelet de işkence tezgahlarından nasibini almış ve terk etmek zorunda kaldığı ülkesine ancak 1990’dan sonra geri dönebilmişti. Cenaze töreninde Pinochet’nin torunu Yüzbaşı Augusto Pinochet Molina da dedesinin yaptıklarını savunmaktan geri durmadı ve ona dava açan hakimleri eleştirdi. Ülkede büyük tepki toplayan sözleri, askerî yetkililer arasında da rahatsızlığa neden oldu. Ve torun Pinochet, törenin hemen bir gün sonrasında, izinsiz konuşma yaparak askerî hiyerarşinin dışına çıktığı gerekçesiyle ordudan ihraç edildi.
Pinochet’nin ölümü, onun döneminde sevdiklerinin ölümü ya da ortadan kaybolması ile sarsılan, işkence gören, sürgüne giden, işini kaybeden binlerce insanın bir türlü hafızalarından çıkaramadığı korkunç bir hatırayı yeniden gündeme getirdi. Soğuk Savaş adı altında ABD ile Sovyetler Birliği arasında devam eden güç mücadelesinde kimse masum değildi. Komünist-sosyalist yönetimlerde çok yoğun insan hakları ihlalleri yaşanıyordu. Ancak hiçbir şey, muhafazakâr politikacı ve yorumcuların savundukları “yönetime gelmeleri veya yönetimde kalmayı sürdürmeleri halinde onlar da aynısını hatta daha kötüsünü yapacaklardı, dolayısıyla onları engellemek için gerektiğinde bazı olumsuz(!) yöntemlerin kullanılması kaçınılmazdı” mantığının gayri ahlakiliğinin üstünü örtemedi ve örtemez de.
Ne yazık ki Soğuk Savaş’ın ardından tarihe karıştığını ümit ettiğimiz bu yaklaşım 11 Eylül sonrasında yeniden hortlamış görünüyor. Tabii bazı özne ve yöntem farklarıyla. Şöyle ki: Bu sefer önleyici saldırıya uğrayan, gizli hapishanelerde işkence gören, yargı önüne çıkarılmadan aylarca tutuklu kalanlar, sosyalistler yerine Müslümanlar. Ayrıca askerî darbe gibi artık astarı yüzünden pahalı hale gelen eski moda araçlara da fazla rağbet edilmiyor. Kısacası tarih yine tekerrür ediyor, sadece tarihi tekerrür ettirenlerin hedefleri değişiyor…
Paylaş
Tavsiye Et