MİLLİ Görüş “ırmağı”nın bugünkü mecrası Saadet Partisi’nin çiçeği burnunda yönetimi 29 Mart seçimlerinde ilk sınavını verecek. Kendileri için hezimetle neticelenen 2002 genel seçimlerinin ardından altı yıl bekleyip yerel seçimlere yalnızca beş ay kala partinin koltuğunu Numan Kurtulmuş’a “tevdi” eden “ihtiyar heyeti”nin niyeti hiç de halis gözükmüyor; zira bu “zamanlama hatası” genç yönetimin seçimlerde başarı göstermesini önemli ölçüde engelleyecek. Yine de -ülkenin siyasi şartlarının icbarıyla da olsa- nihayet yönetimi genç kuşaklara teslim etme noktasına gelinmiş olması (tabii gerçekten teslim edildiyse) “zararın neresinden dönülürse kârdır” düşüncesini uyandırıyor.
Kurtulmuş ve ekibinin bu seçim sınavında izleyecekleri strateji ve yapacakları tercihler, hareketin geleceği için referans niteliğinde göstergeler olacak. Bu çerçevede İstanbul seçimleri ayrı bir önemde. Büyükşehir Belediyesi için Mehmet Bekaroğlu’nu aday göstermeleri belki de yapabilecekleri en iyi tercihti. Zira her ne kadar belediyecilik konusunda fazla bir tecrübesi olmasa da, psikiyatri profesörü ve eski milletvekili Bekaroğlu’nun kamuoyunda tanınma problemi yok.
Fakat 2005’te Saadet’ten istifa etmiş olması ve o dönemde Ertuğrul Günay’la beraber AKP’ye geçme girişiminde bulunduğu söylentileri, kamuoyundaki imajına gölge düşürüyor. Daha da önemlisi, Bekaroğlu’nun İstanbul için önerdiği çok fazla somut projesi yok. En önemli vaatleri, büyük projelerin nasıl ve nerede gerçekleştirileceği konusunda “halkın sesini dinlemek” ve şeffaflık vurgusuyla sınırlı. Bu açılardan sadece “1. Milli Görüş belediyecilik dönemi”ni sürekli özlemle hatırlamak yerine Bekaroğlu, daha somut projeleri kamuoyuna sunup inandırıcılığını artırmalıdır.
Ayrıca AKP’ye yönelik olarak Fazilet Partisi (FP) günlerinden beri “gelenekçi” gruptan duymaya alıştığımız “denizaşırı ülkelerden talimat alıyorlar” tarzı etkisiz eleştirileri tekrarlamak yerine Bekaroğlu’nun İstanbul için neler yapmayı planladığını somut ve ciddi projelerle ortaya koyması daha faydalı olacaktır. Zira bu bildik suçlamayı tekrar etmesi, kaçak güreştiği izlenimi yaratabilir. Buna ilaveten, seçimde “başarı” çıtasını şu veya bu şehirde başkanlığı kazanmak yerine daha makul (mesela geçen seçime göre ülke çapında oyları artırmak gibi) bir şekilde belirlemek partinin orta ve uzun vadedeki selameti açısından daha yerinde olacaktır.
Saadet’in Kurtuluşu mu?
Numan Kurtulmuş ve ekibi, FP’den ayrıldığı günden beri AKP kurucularına “davaya ihanet etmek” ve “yoldan çıkmak” suçlamalarını yöneltmekten başka bir şey yapmayan “aksakallılar” grubunu aşıp Saadet’i ileri bir noktaya taşıyabilecek mi? “Eskiler”in ağırlığı partide hâlâ çokça hissedildiğinden şimdilik bu zor görünüyor; yine de Kurtulmuş’un söylemi ümit verici. Genç, eğitimli, kariyer sahibi oluşu ve sakin tabiatıyla Kurtulmuş, Saadet’i taşıyabilecek bir başkan; siyasi söylemi ise özgürlük, adalet ve refah kavramlarına vurgu üzerine kurulu. Her ne kadar bu temalar Başbakan Erdoğan’ın da sık sık vurguladığı kavramlar olsa da Kurtulmuş ısrarla kendi partisini AKP’den ayrıştırmaya çalışıyor ve Milli Görüş’e yaslanan kendi pozisyonunu ana eksen, AKP’yi ise gelip geçici bir akım, bir istisna olarak sunuyor.
Bu çerçevede, tıpkı 12 Eylül darbesinden sonra kurulmuş olan Özal’ın ANAP’ı gibi AKP’nin de 28 Şubat’ın ürünü bir “konjonktür partisi” olduğunu öne sürüyor; yine tıpkı iki dönem iktidar olup bir cumhurbaşkanı çıkarmış olan ANAP gibi, AKP’nin de aynı süreçten geçtiğini ve artık küçülerek etkisini yitireceğini ve nihayet tasfiye olacağını söylüyor. Bu tahminler gerçekleşecek mi, yoksa boş mu çıkacak, göreceğiz.
Seçimler arifesinde bu tür sloganik ve akılda kalıcı söylemlerin propaganda açısından etkisini kabul etmekle beraber, Kurtulmuş’un böyle Erbakanvari benzetmelerin ötesine geçip AKP’ye alternatif olma iddiasını somut ve ciddi olarak nasıl delillendirdiğini kamuoyuna açıklaması gerekir. Örneğin AKP’yi yalnızca 28 Şubat’ın bir ürününe indirgemek yerine bu partinin nasıl olup da ülkenin neredeyse yarısının desteğini alabildiğini, buna karşın kendi partisinin -ki 28 Şubat’ın asıl mağduru olarak kendilerini görüyorlar- neden bu darbeye bir alternatif olamadığını, komplo teorilerine başvurmadan ve ciddiyetle açıklamalı. Saadet’in Türkiye’nin siyasi hayatında etkin olabilmesi, her şeyden önce bu analizin doğru yapılabilmesine bağlı.
Saadet’in Geleceği Var mı?
Sözünü ettiğimiz süreç ve olayların sağlıklı bir değerlendirmesi yapılmaz da Refah ve Fazilet dönemlerinin baskın “eski” zihniyeti Saadet’e hâkim olursa, yani Kurtulmuş ve ekibi bu zihniyetin baskısına yeterince direnemezse, hem bu partinin hem de Milli Görüş’ün Türkiye’de parlak bir geleceği olamaz. Bu zihniyet yenilenmesi elbette Saadet’in AKP’leşmesi anlamına gelmiyor. Saadet AKP’den farklı, hatta ona alternatif olabilir, olmalıdır da. Ancak Refah-Fazilet çizgisine de sıkışıp kalmamalı. Yani eski hamasi, içe kapanmacı, zaman zaman milliyetçi ve tepkisel söylemleri terk etmeli. Aksi halde kısa süren -ve dindar kitlenin taleplerini yönetime taşıma ve dış politika gibi çok önemli alanlarda pek de başarılı olamayan- Refah-Yol deneyimi gibi bir iktidar “saadet”i bile hayal olur. Saadet’in AKP’ye alternatif olması, kabaca söylersek, hükümetin yanlış veya eksik icraatlarını tespit edip bunlara alternatif politikalar önermek ve başarılarını da teslim etmekten geçiyor. Örneğin hükümetin 2002’den beri en başarılı olduğu alan olan dış politikadaki adımlarını teslim ve teşvik etmeli. Bu açıdan Kurtulmuş’un Davos krizindeki “performans”ı sebebiyle Başbakan’ı tebrik etmesi iyi bir başlangıç.
Saadet, AKP’yi bir yandan tenkit ederken bir yandan da teşvik ederse bir muhalefet partisi olarak iyi bir performans gösterebilir. Ayrıca rasyonel bir şekilde CHP’yi de sık sık eleştirerek Türkiye siyasetinde kendine özgün bir yer açabilir. Zira Baykal’ın CHP’si şu anki konumundan ve siyaset oyununun AKP ile kendisi arasında sıkışmış olmasından gayet memnun; yanına alternatif bir muhalefet partisi istemiyor. Samimiyetsizliği aşikâr olan son çarşaf ve Kur’an kursu açılımları, AKP’ye olduğu kadar Saadet’e karşı da birer hamle mahiyetinde.
Bu sebeple Saadet, AKP’ye olduğu kadar CHP’ye de bir alternatif teşkil ettiğini göstermek zorunda. Bunu yaparken kullandığı araçları iyi seçmeli. Örneğin asıl amacı “oyları böldürmek” olan Doğan Grubu’nun iğvasına kapılmanın sonuçlarını iyi hesaplamalı. Yarışın kızıştığı seçim öncesi ortamda medyada görünürlük kazanmak her siyasi parti ve aday için önemlidir, evet; fakat siyasi aktörler kamusal alanda özdeşleştikleri ve/veya teşrik-i mesaide bulundukları kişi ve grupların kendi tabanlarında ve potansiyel seçmenlerinde nasıl algılanacağına da azami dikkati göstermeli. Zira siyasi algı üretmek, araba üretmeye benzemez; siyasette, hele de dindar-muhafazakâr “taban”da, orijinali varken “Doğan görünümlü” Saadet vaadi prim yapmaz! Bizden söylemesi…
Paylaş
Tavsiye Et