Die Zeit
10 Mayıs 2007 Michael Thumann
Çeviri: Haşim Koç
Yaşanan son gelişmelerle birlikte dünya nezdinde adeta bir bulmacaya dönüşen Türkiye, bu haliyle aslında en çok kendisine zarar veriyor. “En modern kim?” sorusunun Türk eliti arasındaki rekabeti anlamanın anahtarı olduğu Türkiye’de, herkes kendisini en ilerici görürken siyasi rakibini ise en iyi şekliyle tarih öncesinden kalmakla itham ediyor. Kendini demokrat telakki eden, karşısındakini otoriter sayıyor. Kendini tehdide maruz hisseden her kişi, rakibini saldırgan olarak görüyor. ‘Öteki’leri ise duruma göre İslamcılar ya da seküler milliyetçiler olarak değişiyor. Ancak geçtiğimiz haftalarda değişik bir sahne ortaya çıktı: Batılı değerleri benimseyen yüz binlerce vatandaş hükümete karşı protestolar düzenledi. Buna karşın AB elçileri ve çok sayıda Türk, bu hükümetin gelmiş geçmiş en Batıcı hükümet olduğunu öne sürüyorlar.
Bu gösterilere katılanların sağcı ve solcu milliyetçiler, komünistler ve emekli sivil polisler olduğunu ifade etmeye gerek yok sanırız. Siyasileri de tabii. Fakat ilginç olan, bu gösterilere daha Batılı bir Türkiye için çaba gösteren kadın grupları ile seküler STK’ların katılmış olması. Bunlar 2002’den beri ülkeyi yöneten muhafazakâr AKP iktidarını kıyasıya eleştiriyorlar.
Resmi daha iyi anlayabilmek için gösterilere katılmayan etnik ve dinî azınlıkların temsilcileriyle birlikte liberal entelektüellerle de konuşalım istedik. Bu kesimler kendilerini hükümetten ziyade giderek tırmanan milliyetçiliğin tehdidi altında görüyorlar.
Türkiye’de tüm reform çabalarına rağmen, Batılı değerlerin sadece kısmen alındığı veya ülkenin tamamen kendine has bir yol çizdiği gerçeğini dile getirmek gerekiyor. Peki hükümete karşı mücadele eden Türk elitlerini birbirinden ayıran şey ne acaba?
Hemen yanı başlarındaki Irak’ın etnik ve dinî gruplara göre bölündüğünü gören Türkler, bunun kendileri için de bir örnek oluşturmasını istemiyorlar. Birçok etnik ve dinî gruptan oluşan Türkiye, renkli bir sivil topluma sahip. Ancak bu son gösterilerde ne azınlıklar ne de İstanbul’un liberal entelektüelleri temsil ediliyorlar.
Haftalık Ermeni gazetesi Agos’un önünde artık sürekli bir polis duruyor. Şubat ayında Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, gazetenin genel yayın yönetmenliğine gelen Etyen Mahçupyan’a İslamcılık tehlikesinin kendisini rahatsız edip etmediğini sorduk. “Sosyolojik araştırmalara göre Türkiye her geçen gün ‘İslamcılık’tan uzaklaşıyor.” cevabını aldık. “Bakın Türkiye’de Müslümanlar yeni bir burjuvazi oluşturuyorlar. Bu yeni burjuvazinin dini modernleştirmesi mümkün. Bu hükümet de Müslüman Türklerin bu modernleşmesinin bir ürünü. İslamcılar köşeye itildiler; muhafazakâr, pragmatik AKP de zafer kazandı.”
Peki, AKP hükümetinin görev yaptığı süre içerisinde Hıristiyanlar öldürülmedi mi? Mahçupyan tekrar itiraz ediyor: “Modern Müslümanlar Hıristiyanları tehdit olarak görmezler, başka bir dinin mensupları olarak görürler. Esas milliyetçiler ve seküler Türkler, Hıristiyanları ve özellikle de Hıristiyan misyonerleri ülkenin bütünlüğünü tehdit eden unsurlar olarak görürler ve bu kişiler AKP’ye karşı çıktıkları kadar AB’ye de karşı çıkarlar.” Agos’a yönelik tehditleri sorduğumuzda ise Mahçupyan; “Bunlar milliyetçilerden gelmekte” cevabını veriyor. İyi de bu insanlar Kuran ayetlerini okumuyorlar mı? “Evet, Müslüman olan milliyetçiler var, ama onların tehlikeli olmalarının nedeni inançları değil milliyetçilikleridir.” Mahçupyan masasının üzerine eğilerek şu eklemede bulunuyor: “Samimi olarak söyleyebilirim ki biz Hıristiyanlar, muhafazakâr Müslüman bir hükümetin yönetiminde olmayı, milliyetçi-seküler bir hükümete tercih ederiz.”
Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay ise milliyetçilerin bu tepkilerinin Türk siyasetçilerince nasıl ele alındığını, Hıristiyan misyonerlerin öldürülmesini takiben yaptığı iki alıntıyla örneklendiriyor: “Başbakan Erdoğan, ‘36 değişik etnik grup yaşıyor ülkemizde, farklı din ve kimliklerden. Bunların hepsine saygı duymalıyız. Avrupa’da yaklaşık 600 camimiz var. Biz de kilise ve sinagoglara aynı güvenliği temin etmeliyiz.’ Seküler Cumhurbaşkanı Sezer ise; ‘İnsanlar tepkilerini demokratik yoldan, güç kullanmadan göstermelidir.’ diyor.” Alpay, “Seküler Türklerin, Türkiye’nin Müslüman-milliyetçi kimliğini savunurken, eğitimli Müslümanlara kıyasla bu kadar hoşgörüsüz olmaları çok ilginç değil mi?” sorusunu yöneltiyor.
“Peki Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi partisinden birini aday göstermekle tüm bu reform sürecini ters yüz mü etti?” sorumuza Alpay, Erdoğan’ın bu süreci iyi yönetemediği şeklinde cevap veriyor. Muhalefetle daha önceden bir araya gelip belirli ödünler verilerek anlaşılsaydı şimdiki devlet krizi ortaya çıkmayacaktı. Türk sivil toplumunun iki kanadının birbirlerine cephe aldığı bu krizi “Batıcılar Batıcılara karşı” formülasyonu ile tanımlamak mümkün. Bir taraf devlet ve dinin ayrılmasını önemserken, diğer taraf daha çok siyaset ile ordunun birbirinden ayrılması üzerine yoğunlaşıyor. Devlet krizi her şeyin yolunda gitmesi halinde yazın yapılacak seçimlerle aşılabilir. Tersi halinde ise ordu duruma el koyabilir. İşte o zaman sivil toplumdan bahsetmek uzun süre mümkün olmayacaktır.
Tavsiye Et
Keyhan / İran Basını
6 Mayıs 2007 Muhammed Sarfi
Çeviri: Hakkı Uygur
Türkiye’de yeni cumhurbaşkanının seçimi ile ilgili olarak yaşanan kriz, bakışların bu ülkeye yönelmesine yol açtı ve bir kez daha Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal paradoksu gözler önüne serdi. Hükümeti oluşturan ve parlamentoda çoğunluğa sahip olan İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhurbaşkanlığına Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü aday gösterdi. Gül, 27 Nisan günü yapılan seçimlerde Meclis’teki oyların 357’sini almayı başarmasına rağmen bu rakam cumhurbaşkanı seçilmesine yetmedi.
Abdullah Gül şu anki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den ve önceki cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ile Turgut Özal’dan daha fazla oy almıştı ve oylamalar doğal seyrini takip etseydi Gül’ün sonraki turlarda cumhurbaşkanı seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Ama ordunun, oylamadan yalnızca birkaç saat sonra yayınlanan bildirisi seçim sürecine darbe vurdu. Ordu yayınladığı resmî bir bildiriyle hükümete uyarıda bulunarak ülkenin laik temellerini korumak için gerekirse güç kullanmaktan sakınmayacağı tehdidinde bulundu. Bildiri başta Avrupa Birliği olmak üzere çeşitli iç ve dış çevrelerce tepkiyle karşılanmasına rağmen Anayasa Mahkemesi, muhalefet partileri tarafından ordu bildirisini vermeden önce kendisine getirilmiş olan cumhurbaşkanlığı seçimi meselesinde, oylamanın iptal edilmesi yönünde karar verdi.
Türk ordusu bundan önce de defalarca ülkenin siyasal sürecine müdahalede bulunmuştu. 1960’ta Başbakan Adnan Menderes bir darbe sonucu idam edilmiş, 1971’de komünistlerin etkisini kırmak bahanesiyle muhtıra verilerek hükümet işbaşından uzaklaştırılmıştı. 1980’de de Orgeneral Kenan Evren bir darbe yaparak kendisini cumhurbaşkanı seçtirmişti. Ordunun siyasete doğrudan son müdahalesi ise on yıl öncesine uzanıyor. Bu dönemde Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu komutasındaki ordu, Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refah-Yol hükümetini düşürmüştü.
Türkiye’deki son kriz aslında kimi zaman kendisini açıkça gösteren bir çelişkiden kaynaklanıyor. Bu ülkenin siyasal temellerini laiklik ve Atatürk’ün mirası oluşturuyor. Ordu da kendisini bu sistemin tartışmasız koruyucusu olarak kabul ediyor. Ordu Türk siyasal sisteminde daima bir camdan çatı fonksiyonu ifa etti ve bugüne dek laiklik esaslarına zarar verdiklerini öne sürdüğü grupların ve şahısların gelişmesini engelledi.
Türkiye’deki laikler Gül’ün ve tesettürlü eşinin cumhurbaşkanlığı köşküne çıkmasının laikliği belirgin şekilde zayıflatacağına, dinî temelleri ve değerleri güçlendireceğine inanıyorlar. Bu çevreler Gül’ün eşinin tesettürüne karşı son derece hassaslar ve başörtüsünün aslında siyasî bir simge olduğunu ileri sürüyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk tur oylamaların iptal edilmesinin ardından hükümetin önerisi ve parlamentonun kabulüyle seçimlerin 22 Temmuz’da gerçekleştirilmesi karara bağlandı ve eğer anayasa değişikliği gerçekleşemezse yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçecek. Gül bütün baskılara rağmen adaylığından vazgeçmeyeceğini açıkladı. Türkiye’deki seçim sürecinde yaşananlar daha şimdiden erken seçimin de ülkedeki gerilimleri azaltmaya yetmeyeceğini gösteriyor.
Türkiye’deki son kriz “demokrasi sınavı” olarak adlandırılabilir. Bu sınavın sonucu, ülkenin gelecekte yaşayacağı gelişmeler ve kaderi açısından da bir dönüm noktası olacaktır. Unutulmamalı ki AB’ye katılmak Türk devlet adamlarının yıllardır izledikleri ve bu uğurda çok fazla bedel ödedikleri bir hedef. Ordunun bu kadar açık bir biçimde siyasete müdahale etmesi, AB’ye Türkiye’yi üyeliğe kabul etmemesi için ihtiyaç duyduğu fırsatı sağlayabilir. Bu hususta Türkiye’nin asıl sorununun başka bir yerde olduğu dikkatlerden kaçmamalı. Zira Avrupalılar AB’yi bir “Hıristiyan Kulübü” olarak görüyorlar ve Müslüman bir ülkeyi aralarına almakta isteksiz davranıyorlar. Hele de bu ülkenin Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olduğu düşünüldüğünde…
Gül Türkiye’nin on birinci cumhurbaşkanı olsun ya da olmasın, Türk halkının istekleri ile bu ülkedeki gölge güçlerin istekleri arasındaki çelişki, Türkiye’nin yakın gelecekte bu gibi krizlerle daha fazla karşılaşacağı düşüncesini uyandırıyor. Türk ordusu, AB ve ABD’nin, Türkiye’de İslamcıların yönetimden uzak tutulması gerektiğinde hemfikir oldukları da bu değerlendirmede göz önünde tutulmalı.
Tavsiye Et