XIX. YÜZYILIN sonlarına doğru İstanbul’a gelen Amerikalı bir seyyah-araştırmacı, uzun bir süre kalır ve bu sürede toplumu incelemeye koyulur. Pek çok konuda farklı gözlemlerde bulunan seyyahın ulaştığı ve seyahatnamesinde kaydettiği ilginç tespitlerden birisi şöyledir: “Biz Batılılar ile Doğulular (özellikle Müslümanlar) arasındaki en önemli fark çocuk tasavvurlarında ortaya çıkar. Çünkü Batılılar çocuklarının bir an önce büyüyüp hayata atılmasını isterlerken Doğulular çocuklarının yavaş büyümesini, hatta hiç büyümeyip hep çocuk kalmasını dilerler”.
Bu cümleyi bir konuşmada alıntıladığımda, dinleyicilerden birisi, Batılılar ile Doğuluların bu şekilde farklı davranmalarının nedenlerini şöyle yorumladı: Batılılar çocuklarının bir an önce yetişip bağımsızlıklarını kazanmalarını ve özgür iradelerini kullanmalarını beklerlerken, Doğulular çocuklar üzerinde sürekli, ömür boyu devam edecek tahakküm kurmaya çalışırlar. Dolayısıyla sorun her iki medeniyetin insan iradesine ilişkin anlayışından kaynaklanır. Batılılar çocuklarının bir an evvel kendi özgür iradeleriyle hayata atılmalarını teşvik ederler; Doğulular ise çocuklarının, yaşları ne olursa olsun, hareket alanlarını kısıtlarlar.
İlk elde oldukça parlak gözüken bu yorum, gerçekten de doğru mudur? Böyle bir önerme nazarî olmadığından doğruluk ve yanlışlığı ancak ve ancak her iki toplumun hayatına geri gidilerek yanıtlanabilir. Hayatın doğasından kaynaklanan ifrat ve tefrit uçlar bir yana, günlük yaşamda çocuğun yeri nedir; başka bir deyişle her iki tasavvurda çocuk neye karşılık gelir? Bu sorunun yanıtını, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki komşum ile çocuğu arasındaki ilişkiden, hatta bölgedeki çocuk parkına gittiğimizde ABD’li ailelerin çocuklarına yönelik davranışlarından gözlemlemek imkanını bulduğumu söyleyebilirim. Komşum bir gün bana, on sekiz yaşına basıp evden ayrılma emaresi göstermeyen çocuğu için psikoloğa başvurduğunu söylediğinde şaşırıp kalmıştım. Niçin çocuk evden ayrılmalıydı? Çünkü o artık büyümüştü, büyüdüğü için de bir yüktü. Bir an evvel sömürücü kapitalist düzenin çarklarında yerini almalı, üretime katılmalıydı. Bütün ABD’li aileler böyle miydi? Elbette hayır! Özellikle, ama özellikle dindar aileler için çocuklar hâlâ bir değer’di; modern aileler için ise kapitalist makinede yerini alması gereken bir parça. Değer ancak duyarlılığı, dolayısıyla duygu durumu yani vicdanı hayatiyet gösteren kişiler ve toplumlar için bir anlam ifade eder; makine’ye gelince duygusuzdur, parçanın mahiyetini değil, işlevi’ni, hatta katkı’sını önemser. İşlevi olmayan, işlevini yerine getirmeyen, getiremeyen, hatta getirmekle beraber katkısı olmayan bir parça dışarıya alınmalıdır, atılmalıdır.
Bu durumu, daha açık bir şekilde çocuk parkında müşahede ettim. Parka gittiğimizde, özellikle Türk aileler çocukları parka salıp kenarda, büyükler kendi aramızda sohbet ederken ABD’li anne-babalar parka girip bizzat çocuklarıyla beraber oynamakta; onların diğer çocuklarla karışmasına, hatta oynamasına müsaade etmemekteydiler. Başka çocukları bile yabancı görüp onlardan korkmak oldukça ilginç bir tavırdı. Bizim için ise bütün çocuklar masum’du, ismet sıfatını haizdi; dolayısıyla ırkı, dili ve dini önemli değildi. Çünkü kötülük doğada değil hayattadır; hayatı kuran insanın irade-i akliyesinden kaynaklanır. Hele iki çocuğun karşılıklı olarak masumiyetlerinden pay almasını yabancı bulmanın ancak doğaya yabancılaşan, hayatı yalnızca bir savaş alanı olarak gören insan için anlamı olması gerektir. Bu nedenledir ki doğası gereği masum olan çocuğun hayattan çıkarılması şarttır; çünkü makine masumiyeti kaldırmaz. Yine bu nedenledir ki, başta Batı Avrupa toplumları olmak üzere sanayileşen toplumlarda çocuk terk edilmektedir. Sanayileşen toplumlarda bile çocuğa yine kırık dökük de olsa dinî-vicdanî değerlerini muhafaza eden ailelerin değer vermesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Çünkü bir toplumun dinî-vicdanî seviyesi o toplumda çocuğa verilen değerle ölçülebilir.
Evet! Çocuk, Müslüman kültürde masumiyet ifadesidir ve ismet sıfatından pay alır. Akil ve baliğ, dolayısıyla kişi olan bir birey artık çocuk değildir. Anatomik-fizyolojik gelişimini tamamlayarak cinsiyetinin bütün biotik imkanlarına sahip ve aklı çalışmaya, iş görmeye başlayan, kişi olan birey artık hem Tanrı hem de hayat karşısında mükellef’tir, sorumludur. Sorumluk insanı çocuk olmaktan çıkartır, büyütür. Büyüyen, Türkçemizdeki güzel bir deyişle hayata atılan birey artık özgürdür, ki bundan dolayı da mesuliyet sahibidir; yani sorunlar/meseleler kendisine aittir. Hayat sorularını(suallerini) artık ailesi üzerinden değil doğrudan kendisine sorar; bu nedenle sorulandır yani mesuldür. Ailenin yeri artık bu soru-yanıt sürecinde bireye cevaplamalarında yardımcı olmaktır; cevapları bütünüyle üstlenmekte değil. Öyleyse Müslüman kültürde çocuk ilgisi hakimiyet, tahakküm isteğiyle değil, tersine yardım isteğiyle ilgilidir. Yardım, hayatı makine gibi gören bir kültürde değil, ancak onu da bir değer olarak kabul eden kültürde anlamlı’dır.
Çocuğun anne karnında ikamet ettiği mekana Allah’ın Rahîm isminden mülhem rahim (rahm) adının verilmesi; peygamberî sıfatlardan ismet lafzından türemiş masum sıfatının çocuğa âlem olması; yine çocuğa özce mutlak temiz anlamında melek denmesi, bunlar ve başka deyişler kültürümüzde çocuğun anlam ve değerini tebarüz ettiren önemli örneklerdir. Öte yandan kadim felsefe-bilim mirasımızda, Davud Kayserî’nin Şerh fusus’da, Mehmed Fenarî’nin Miftah el-uns’da ve Sainuddin Türkî’nin Temhid el-kavaid’de, vurguladıkları gibi, ister kitab-ı tekvinî ister kitab-ı tedvinî okunsun, görülecek ilk şey şudur: Varlık’ın hareket-i icadiye’sinin en yüce maksadı insanın hakikatidir; bu nedenle insanın hakikati, hakikatlerin hakikati’dir (hakikatü’l-hekaik). Çocuk bu hakikatin bilkuvve halidir; kişi ise bilfiil hali. Hiçbir kişi kendi hakikatinin bilfiil olma sürecini, büyümesini gözlemleyemez; ama çocuk kişiye bu imkanı verir. Çocuk, Varlık’ın hakikatinin üç boyutlu uzayda tecessüm etme sürecini müşahede, seyr ve temaşa etmenin en büyük imkanıdır. Bu nedenledir ki, çocuk, anne ve babanın kendi hakikatlerinin yeniden tecessüm etmesini seyr ettikleri en büyük cilve-i ilahî’dir. Kadim irfanî geleneğimizin dede ve ninelerin torun sevgisini de bu tespite bağlamaları son derece anlamlıdır.
Çoğu kez halkın muhayyilesiyle ürettiği bir mitos ciltlerce kitabın demek istediğini bir çırpıda özetler. Bu özet hem fikrî, hem de hissî muhtevada olduğu için aklı ve vicdanı beraberce harekete geçirir. Konuyu özetleyen güzel bir mitosu Karadeniz mitolojisinde bulmak mümkündür: Evren’in bunca kötülüğe, zulme karşın Tanrı tarafından yok-edilmemesinin hikmeti, çocukların yüzü suyu hürmetinedir.
Paylaş
Tavsiye Et