SİYASETİN bir yönü her zaman kehanet olagelmiştir. Çünkü siyasetin gayesi geleceğe matuftur. Gelecekle ilgili beklentiler olmazsa siyasa denen güç kullanımı da gerçekleşemez. Gelecekle ilgili bir eylemde bulunmaya ise geçmişimiz sebep olmakta. Geçmişteki tecrübelerimiz, bu tecrübelerle oluşturduğumuz hayata yönelik bakış açımız, ilişkilerin niteliğine dair bir fikir meydana getirir. Ve bu ilişkilerin ne anlama geldiğine yönelik fikirlerimiz, geleceğin hangi ilişkiler ile gerçekleşeceğini, başka bir deyişle, gelecekle ilgili neler umabileceğimizi belirler. Gelecekle ilgili umutlarımız bir istek ya da korku olarak bizi bir eylemde bulunmaya yönlendiriyorsa, bizi siyaset/tarih alanına da adım attırmış oluyor demektir.
Bir eylemin gayesi gelecekte, sebebi ise geçmişte olmasına rağmen, onun neliği şimdide saklıdır. Çünkü şimdi bir eylemin husule gelmesinin sureti gibidir ve bu suret eylemin ne anlama geldiğini yani muhtevasını belirleyecektir. Suretin imkânını oluşturan mekâna ise ilişkiler denk gelmektedir. Ve insanın ilişkilere yönelik ufku, tarihe ve geleceğe yönelik ufku ile birlikte var olur. Çünkü haddizatında tarih ve gelecek, insanla ve insan ilişkileriyle vardır.
İlişkilerin imkânı ise mekânın boyutları gibi olan değerlerle mümkün olur. İnsanın, tanrı, tabiat, diğer canlılar ya da kendisi ile gerçekleştirdiği ilişkilerden müteşekkil olan tarih ve bu ilişkilerden müteşekkil olarak varolacak bir gelecek, hayatımızı gerçekleştirirken sahip olduğumuz ilişkileri anlamlandıran ve bir eylemin husule gelmesini mümkün kılan değerlerle, ilişki ufkumuzla mukimdir. İlişkilerin çeşitliliğine ve ilişkilerin hangi gayelerle gerçekleştiğine dair anlayışımız açık oldukça, hayat açık olacak ve gelecek, sürprizlerden berî olacaktır. Dolayısıyla insanı (insandan sudur eden eylem ve ilişkileri) tanımak, tarihi tanımanın ön koşulu ve siyaset yapmanın da olmazsa olmazıdır.
Kader-İrade İlişkisi
Gelecekle ilgili beklentilerin kehanet olmaları ve fakat geleceğin geldiğinde sürprizlerden berî olabilirliliği, insanın tarihle ve zamanla gerçekleştirdiği iki tarz ilişkiye ve insanı canlı kılan bir çelişkiye işaret etmektedir. Çok eskilerden beri insanoğlunu ilgilendiren ve sahip oldukları ruh hallerine uygun bir yerde karar kıldıkları bu sorunun adı tarihimizde kader ve irade olarak tesbit edilmiştir.
Tarihi okuyuşumuz ve gelecekle ilgili umutlarımız, kader ile irade arasında kurulabilecek kombinasyonlar ile aynı sayıda olacaktır. Bu denklem içerisine katılması gereken bir diğer konu da, ölüm sonrası hayatla ilgili inanışlardır. En büyük kehanet olan ahiret hayatı, eylemlerimizin, iyi-kötü, güzel-çirkin şeklinde nitelenmesine hayır ve şerr olarak farklı bir boyutta tekrardan kurulmasına kaynaklık etmektedir. Kader ve irade algısının ahiret ile ilişkisi ve bu ilişkinin kişisel hayat ile toplumsal ilişkiler bağlamında nasıl tesis edileceğine dair fikirler nasıl bir hayat ve gelecek tehayyül ettiğimizi de oluşturur.
Eğer kader ağır basar ve irade zayıflarsa, insanların kişilikleri silikleşir, anlamını ve gayesini anlayamadıkları kişilerin arkasında bir yol tutturmayı sığınılacak en emin yer olarak telakki ederler.
Eğer akıl ağır basar ve takdir hesaba katılmaz olursa, tarihi biçimlendirme ve kişisel hırslar tüm çabaların merkezini oluşturmaya başlar ve o dünyaya bundan sonra huzur bir daha uğramaz olur. Dikkat edilecek olursa, kaderin ağır bastığı ve dengenin kaçırıldığı ruh hali, otorite merkezli bir ruh haline işaret etmektedir. Her otoriter tavırda olduğu gibi bu ruh hali de tarihte yaşayan ve hayatı tarihten hareketle kuran bir atmosfer içerisinde yaşamaktadır. İnsanın kendi başına tarihi taşıma cüretini ifade eden ikinci kısım ise tamamen geleceğe yönelmiş bir ruh hali ile yaşamaktadır.
Ahlak ve Tarih
Tarihle ve gelecekle ifrat ve tefrite varmayan bir ilişkiye girebilmenin yegâne yolu, içinde yaşadığımız anın gerekliliklerini birincil önemde vaz eden, tarihle ve gelecekle ilgili tüm ufkunu eylemlerimizin sorumluluğuna hasreden; ahlakî bir bakış ve duruştur. Kader ve irade denklemine ahiretten hareket ederek bakan kişi için, kişi akmakta olan bir nehrin üzerinde yolculuk etmektedir. Tarih, ondan öncesi ve sonrası diye bir ayrıma tabi tutulmazdan önce, hayat, ölümden öncesi ve sonrası olarak algılanan bir gerçekliği ifade eder. Hayat tarihe tekaddüm eder. Var olmanın derinliğine hissedildiği ve ruhtan hareketle bir çevre okuması yapıldığı bu bakış açısında iki gerçeklik iç içe yaşamaktadır. Tarih, ruhun tezahür ettiği dışlaştırmalardan ibaret iken hayat derinliğine bir sonsuzluktan beslenmektedir. Tarihten hareketle kurulan hayat telakkileri, insanı donmuş bir maddî tarihe sıkıştıran, gücü hayatın merkezine yerleştiren bir manivelaya dönüşür. Geçmiş ve gelecek, kader ve irade arasında tercihe zorlanan bilinç, donmuş bir kalıbın içine boşaltılıp orada donmaya zorlanan bir bilinçtir. Hayatı bir güç çekişmesinin sahnesi olarak okumaya dönüştürecek bu bilinci kırabilmek, ahlakî sorumluluğunu sonsuz gerçeklikten hareketle bir tezahür olarak içinde yaşadığı gerçeklikte dışlaştırmasıyla mümkün olabilecektir. Tüm ilişkilerin birer meydan okuma olarak algılandığı ve hepsine cevap verme gibi bir sorumluluğu kişiye yükleyen bu bilinç seviyesinde, sabit olan ilişkiler içerisinde konumlanmaktan ve tamamen izafi olan güç arayışı bir yanılsamaya delalet etmektedir. Çünkü iki gerçeklik seviyesi arasındaki ilişkinin koptuğu bu durum, değişken, dinamik ve donuk olmayan ilişki kalıplarının sabit sanılmasından kaynaklanmaktadır.
İlişki kalıpları, onlara değerler yüklenmesi ile anlam kazanmaktadır. Dolayısı ile şekilsel olarak gerçekleşen bir eylemin gerçek anlamı ona yüklenen gaye/niyet ile mümkün olmaktadır. Yani şekilsel olarak aynı olan iki eylemi bir biri ile aynı kabul etmek kendi başına yeterli olmamaktadır. Tarih ve hayat bu tezahürleri esas aldığında, donmuş şekiller arasında hareket ediyor demektir. Ancak, tarihten ve hayattan konuşulmasını mümkün kılan şey, niyetlerin yöneldiği değerlerden başkası değildir.
Komplo Hangi Dünyadakilere Seslenir?
Komplo; sabitlenen ilişkilerin sabitliğini mukim kılan ve fakat hayatı sulandırmaktan başka da bir gayeye matuf olmayan bir söylem tarzıdır. Sabit ilişkilerde güç temerküzünün mümkün olmadığı ve bunun getirdiği; “yaşamın anlamının gerçekleşemez oluşu”ndan dolayı yaşamı sabitliğiyle saçmalaştıran bir modern septisizmdir. Sabit bir ilişkiler ağına sahip olan ve fakat merkezde olamayan kızgın bir söylemdir. Kendi durduğu yerden emin olamayan, ayağını basacağı sabit bir zeminden mahrum olan bu ruh, çoğu zaman güce tapınmanın bir aracısı olarak da işlev görmektedir.
İki Gerçekliğin Mümkün Tezahürleri
İki gerçeklik arasında bir uyum arayışı ve her iki âlemin beraberce yaşanabilir kılınması, ehlisünnetin durduğu en temel duruşa işaret etmektedir. İlk tartışmalardan itibaren yönetim hakkını ve şeklini tartışmaktan ısrarla kaçınması, dinin böyle ikincil bir alana hapsedilme korkusundadır. Tartışmaya girmemek bilinçli bir biçimde dinin ana gövdesini korumak için yapılan kendini tutma eylemidir. Hayatın sabitliği üzerine kurulan bu tartışmalar eğer dinin çatısı haline getirilirse, hayatını ahiretten ve sonsuzluktan hareketle kuran bir ruhu tarihsel bir biçime sokmak olacaktır. Din, tarihsel kurumlardan hareketle anlaşılmaya başlanınca, asıl olacak olan, hayatı anlamlandıracak sonsuz âlemin bitip, tarihin tek başına insan için bir anlam kaynağı olması olacaktır. Ve bu noktada tarihsellik denen akım, dini anlamanın yegâne yolu olarak tesis edilecektir. Tarihsel kurumlar, kişiler, sınıflar ve haklar dinin kişi için hayat kaynağı olmasının arasına girecek ve tarihsel kurumlar dini anlamanın yegâne yolu olacaktır. Katoliklik ya da Şiilik bu tarzın en tipik örnekleridir.
Bir uyum arayışı öncelikli olarak, sonsuzluğu(mutlak olanı) sınırlayan her türlü yoldan hassasiyetle uzak durarak mümkündür. Sonsuzluk, sonlu olanı yaşatabilir; ancak sonlu olan her zaman sonsuzu sınırlamak isteyecektir. Değişmeyenler ve değişenler olarak da bakılabilecek bu ilişkide, değişmeyen değerleri hayatın her alanına taşımak ve tarihin her anında var kılmak, uyumun amaçlanmasına matuftur. Bu uyumun bir ideal olması, toplumsal ve bireysel hedeflerin uyuşması ile adalet fikrinde bir karara varır. Devletten beklenen de, esas olarak kimin yönettiği değil, yönetenin adaletli olup olmadığı, yani değişen tarihsel gerçekliği, değişmeyen sonsuz gerçekliğe uydurup uydurmadığıdır.
Paylaş
Tavsiye Et