AK Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nin zor bir döneminde, askerî ve sivil bürokrasinin, büyük sermaye sahiplerinin ve merkez medyanın onayını alarak iktidara geldi. Alternatifi yoktu. Esasında Kasım 2002 seçimleri için kurgulanan senaryo; CHP’nin iktidar olması, AK Parti’nin ise yüksek bir oy oranıyla muhalefette kalmasıydı. Ancak sandıktan çıkan sonuç, bu senaryoyu hayata geçirmeye imkân tanımadı.
Medya, AK Parti’yi hem sermaye sahipleri hem de silahlı kuvvetler adına daha ilk günden itibaren izledi ve sınava tabi tuttu. Sınavın konusu son derece basitti: AK Parti’nin kurmayları laikliği acaba ne denli benimsemişlerdi? Geçmişte dine dayalı siyaset yapan isimlerin öncülük ettiği bu partinin siyaset felsefesi, ‘çağdaş dünyanın değerleri’ ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet yapısı’ ile barışık olmayı becerebilecek miydi? Nihayetinde AK Parti’nin kurucu kadrosu geçmişte ‘dine dayalı siyaset’ yaptıklarını hatta dini, siyasete alet ettiklerini bizzat kendileri dillendirmemişler miydi? O zaman sorulması gereken soru; hangi oranda değiştikleri, bu değişimde ne kadar samimi olduklarıydı. Bir başka deyişle, ‘takiyye’ yapıp yapmadıkları tespit edilmeliydi. Aslında AK Parti’yi kuran siyasî elit, içerisinden çıktığı ve 28 Şubat müdahalesinin esas muhatabı olan Refah Partisi’ne ciddi bir kan kaybettirerek söz konusu sorgulamayı gerçekleştirenlerin gözüne girmeyi daha parti kurulmadan önce başarmıştı. Ne var ki medya başta olmak üzere büyük sermaye sahipleri ve askerî bürokrasi, AK Parti’yi kuran kadronun sabıkalı geçmişini bir kenara not ettiğini, bundan dolayı da yanlış adımlar attıkları takdirde bu geçmişin önlerine geleceğini ihsas ettirmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Ne de olsa dün evden kaçan bu yaramaz çocuklar, eve dönüyorlar; pişman olduklarını söyleyip evin yönetimine talip oluyorlardı.
AK Parti’nin Meşruiyet Kaygısı
AK Parti, daha kurulduğu ilk günden itibaren adı geçen siyasî aktörler nezdinde kendisini bir meşruiyet problemi ile karşı karşıya hissetti. AK Parti kurmaylarının bu problemi aşmak için önerdikleri strateji, bir yandan Türk toplumunun bir diğer yandan da dünya sisteminin gönlünü kazanmak oldu. AK Parti’yi kuran siyasî elit, toplumun ve dünya sisteminin iltifatına mazhar olduğu takdirde ülkedeki güç odaklarının da desteğini kazanacağına daha en başından itibaren kanaat getirmiş ve politikalarını buna yönelik olarak ortaya koymaya başlamıştı. AK Parti, toplumun önüne herhangi bir gelecek tasarımı yahut bir siyasî proje koymadan, ülkenin ekonomik şartlarından bunalan halkın tepkisi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmasını arkasına alarak iktidara geldi. İktidara geldikten sonra derhal Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecine hız verdi ve anında destek topladı. Kendi tabanı da dâhil olmak üzere toplumun büyük bir kesimi tarafından paylaşıldığına inandığı bu politikası ile yerli ve yabancı sermaye sahiplerinden ve medya tarafından takdir gördü, asker de bu sürece onay verdi. AK Parti, kucağında bulduğu Irak meselesinde, 1950 sonrası geleneksel Türk dış politikasından büyük oranda taviz vermeyerek, Amerikan ekseninde hareket etti. Ne var ki, AK Parti’nin yönetici kadrosunun bütün çabalarına rağmen, 1 Mart 2003 tarihinde Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasını talep eden tezkere TBMM’-de reddedildi. Beklenenin aksine Türkiye’nin dış politikada elini güçlendiren ve hatta yıldızını parlatan bu red kararı, AK Parti açısından bir meşruiyet krizi yaratmadı. Türkiye’nin AB üyeliği yolunda attığı adımlar, uluslararası kapitalizmin Türkiye’de daha geniş bir yer bulması için gösterdiği gayretler ve din-siyaset ayrımını İslamcılar nezdinde meşrulaştırmak üzere ortaya koyduğu çabalar, AK Parti’yi daha bir ‘meşru’ kıldı. Özellikle 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 tarihlerinde AB üyeliği sürecinde kazandığı ‘zafer’ler ve uyguladığı özelleştirme politikaları ile AK Parti, gücünün zirvesine çıktı.
Kemalizmin Dini
Ne oldu ise oldu ve AK Parti’ye verilen ve merkez medya tarafından temsil edilen açık destek geçtiğimiz günlerde yerini, önce ihtiyatlı yorumlara, daha sonra ‘sistemli’ eleştirilere bıraktı. Ülkede olan bitenler AK Parti’nin aleyhine yorumlanmaya başlanırken; AK Parti, bir kez daha medyanın testine maruz kaldı. Dört yıl öncesine benzer bir şekilde değişme, takiyye ve gizli gündem söylentileri, merkez medya tarafından yeniden dillendirildi. Bir süredir dillendirilen ‘içki yasağı’ tartışması, yoğun bir biçimde ve AK Parti’yi Batı’ya şikâyet eder bir üslupla işlendi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı ‘Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’ ‘İmam-Hatiplilerin sorunlarını çözen yasa’ olarak takdim edilip mahkûm edildi. Bunun dışında CIA başkanının Ankara ziyaretinden TÜSİAD’ın yaptığı açıklamalara, Orhan Pamuk davasından Şemdinli meselesine kadar pek çok hadise, hükümetin aleyhinde birer ‘medyatik delil’ olarak kullanıldı. Üstelik medya, CIA başkanının Ankara ziyareti ile ilgili haberlerde yaptığı gibi mesnetsiz haberler uydurarak, esas işlevinin ‘iletmek değil, inşa etmek’ olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Bu eleştiriler de nereden çıktı birdenbire? Kim kimin tavuğuna ‘kışt’ dedi? Ya da kimin hesaplarında ‘açık’ çıktı? Acaba başbakanın kimlik meselesi ile ilgili beyanları mıydı can sıkan? Bütün bu eleştiri bombardımanı, başbakanın açıklamalarının ‘dinci ideolojisini yaygınlaştırmak’ olarak okunması, AK Parti’nin ‘imam hatip saplantısı, türban fanatizmi ve içki yasağı saçmalığı’ gibi siyasî hurafelerden vazgeçmesi gerektiği telkini, AK Parti’nin ‘popülist politikalar izlemesinin Türkiye’yi ikinci bir 28 Şubat sendromu ile karşı karşıya bırakacağı’ tehditleri vs. hemen hepsi başbakanın ‘din çimentodur’ sözleri ile mi ilintiliydi?
Kim Kime Neden Saldırıyor?
Aslında bu saldırı kampanyasının başbakanın bu açıklamaları ile ilgisi yok. Türkiye’nin Batıcı siyasî seçkinlerinin İslam konusunda son derece hassas oldukları ve İslam’ın kendisine uygun görülen rolünün dışında ‘kullanımı’na derhal sembolik düzeyde tepki verdikleri hepimizin malumudur. Ancak başbakanın açıklamaları Türkiye Cumhuriyeti’nin ne laiklik anlayışı ile ne de ‘araçsal din’ yaklaşımı ile çelişen açıklamalardır. Dolayısıyla tüm bu gerilimi ‘başbakanın gafları’na indirgemek anlamsızdır. Başbakanın üst-kimlik/alt-kimlik vurgusu ve “din çimento”dur sözü, cumhuriyet refleksleri açısından ‘tehdit unsuru’ içermediği gibi, hiçbir ideolojik kasıt da taşımamaktadır. Yasin Aktay bu durumu çok yerinde bir ifadeyle “endişeye mahal yok, çimento laiktir” sözleri ile ifade etmiştir.
Cumhuriyetin modernleşme anlayışı ve Kemalist ideolojinin kurguladığı din-devlet ilişkisinin temelinde, dinin yok sayılması değil; araçsal bir biçimde kullanımı yatar. Daha açık bir söyleyişle din, başından beri Cumhuriyet tarafından bir çimento olarak algılanmış, toplumsal bütünleşmenin en önemli araçlarından biri olarak görülmüştür. Mustafa Kemal’in “fikrimin babası” dediği Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları dâhil olmak üzere Cumhuriyetin bütün kurucu metinlerinde ve devletin uyguladığı din politikalarında bunu görmek mümkündür. Cumhuriyet, dini, iktidar alanından kovmuş fakat bu, dinin reddiyesi anlamına gelmemiş, örneğin bir ‘Türk İslamı’ idealinden hiçbir zaman vazgeçilmemiştir. “Din çimentodur” sözünün geçerliliğini kanıtlamak için Nutuk’a müracaat etme ihtiyacı içerisine girmek ne kadar oportünizmse “bu söz Nutuk’ta geçmiyor, dolayısıyla devlet siyasetini yansıtmıyor” demek de o kadar saçmalıktır. Başbakanın bu sözünü onun ‘dinci refleksleri’ ile değil, devlette süreklilik esasını benimsemiş olmasıyla ilintilendirmek gerekir. Peki, buna sevinmesi gerekenler neden birdenbire tehlike çanları çalmaya, feveran etmeye ve hatta tehditler savurmaya başladılar? Türkiye’nin modernleşme tarihine, Türkiye’deki din-devlet ilişkilerine bu kadar mı uzaklar? Elbette değil.
Devletin Sahibi Kim?
Yakın dönem Türk siyasî tarihine bakıldığında cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde siyasetin çehresinin kararmaya başladığını çok rahatlıkla görebiliriz. Türkiye’de ilk defa bu kadar güçlü bir parlamento, kendi içinden bir cumhurbaşkanı seçecek. Eğer bir kaza olmazsa tabi. Mevcut sentetik muhalefet havası ile hedeflenen, bu parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesine engel olmak. Bu muhalefetin en bariz özelliği ise derli toplu bir yapı arz etmemesi. Muhalefet içerisinde çok fazla taraf ve bir o kadar da hesap var. Politika üretemeyen ve AK Parti’nin gölgesinde siyaset yapmak durumunda kalan sağ partilerden tutun da, sığ bir Kemalizm anlayışından beslenen CHP’ye, AK Parti’yi ülkeyi Batı’ya taşıyacak ve uluslararası kapitalizmin payandası haline getirecek geçici bir siyasî fail olarak gören Batıcı siyasî elite kadar birçok yapı/aktör bu saldırı kampanyasında rol alıyorlar. Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki, bu kampanyada rol alanların niyeti, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde ya bir erken seçim ortamı yaratmak ya da AK Parti’den yeni bir parti türeterek, mevcut yapının küçülmesini sağlamak. AK Parti’nin nihayetinde çıkarlar buluşmasını temsil eden bir parti olması, bu niyet sahiplerini daha da cesaretlendiriyor. Zaten geçtiğimiz günlerde oluşmaya başlayan çatlakların sinyallerini görmeye başladık.
Hâlihazırda Türkiye’de büyük sermaye ile AK Parti’nin ittifakının bozulduğunu söylemek için çok erken. Ancak sermaye çevrelerinde birtakım kuşkular ve rahatsızlıklar oluşmaya başlamış durumda. Bu çevrelerin kuşku ve rahatsızlıkları yukarıda bahsi geçen sentetik muhalefetin de uzun vadedeki kaygılarını yansıtır nitelikte. AK Parti, Türk siyasî hayatının tıkanma noktasına geldiği bir dönemde, kimi (yerel ve uluslararası) çevreler tarafından geçici bir çözüm olarak telakki edilmişti. Oysa AK Parti günden güne daha fazla ‘devlet oluyor’. Kavga da burada yaşanıyor. Eğer AK Parti gün be gün etkinlik alanını genişletir ve devlet ideolojisini günden güne daha bir içselleştirirse bu, uzun vadede ‘devletin sahibi’ olduğu iddiasında olan birçok aktörü önce zihniyet, daha sonra pratik düzeyde devre dışı bırakacaktır. Muhalefetin birleşme noktası bu kaygı, mevcut kavganın temeli ise, “devletin sahibi kimdir?” tartışmasıdır.
Siyaseti, uzlaşma sanatı olarak tanımlamak, Türk siyasî hayatını doğru okuyamamak anlamına gelir. AK Parti, teorik olarak ‘toplumsal mutabakat’ formülünü gözden geçirmek zorundadır. Siyaset, en az uzlaşma kadar çatışmasını da bilme sanatıdır. Daha en başından beri merkeze talip olan AK Parti, bugüne kadar merkeze yaklaştıkça toplumsal tabanının taleplerinden uzaklaştı. Ancak meşruiyetini sorgulamak isteyenler, AK Parti ne kadar merkeze yaklaşırsa yaklaşsın canları her istediğinde bir ‘meşruiyet krizi’ yaratmaktan geri durmayacaklar.
Paylaş
Tavsiye Et