UZUN uğraşlar sonrasında tek haneli rakamlara indirilen enflasyon, Haziran ayından beri yeniden çift haneli rakamlarda. Merkez Bankası, %5 olarak belirlediği yıl sonu enflasyon hedefine ulaşmanın imkansızlığını -zor da olsa- daha Temmuz ayında itiraf etti. Şimdi bütün politikalar enflasyonu yıl sonunda en azından tek haneli rakamlara geri döndürmek üzere ayarlanmış durumda. Bu politikaların amacına ulaşıp ulaşamayacağını kestirmek zor. Zaten burada asıl cevabını aramamız gereken, “enflasyonun %10’un altına inip inmeyeceği” değil, “hedefin neden tutmayacağı” sorusudur.
Mayıs ve Haziran aylarında küresel piyasaları sarsan türbülans en çok Türkiye’de hissedildi. Enflasyonun da rayından çıkmasına neden olan bu mini kriz, Türkiye’nin ne kadar kırılgan bir ekonomiye sahip olduğunu bir kez daha tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu yüzden, enflasyon hedefinin neden tutmayacağı sorusunu cevaplamak, Türkiye ekonomisinin bu kırılganlığının nelerden kaynaklandığını ortaya koymakla eş anlamlıdır.
Türkiye’yi kendi kategorisinde yer alan ve piyasalardaki çalkantıdan daha az etkilenen ülkelerden ayıran faktörlerin başında yüksek miktardaki cari açık geliyor. 90’lı yıllar boyunca cari açık ve dış borç servisi ödemeleri için gerekli olan dövizi kısa vadeli sermaye girişleriyle sağlayan Türkiye’nin bu ihtiyacı, 2001 krizinden sonra -borçların da katlanmasıyla- iyice arttı. Ancak kısa vadeli sermaye girişleriyle Türkiye’ye döviz aktıkça, serbest kur rejimi altında Türk Lirası değer kazandı. Türk Lirası değer kazanınca, ithal mallar ucuzladı; Türkiye’nin ithalatı ihracatından daha hızlı arttı. Sonuçta, cari açık sürekli olarak büyüdü. Cari açığın büyümesi ise, daha çok sermaye girişi ihtiyacını doğurdu. Bu kısır döngü nedeniyle cari açığın milli gelire oranı 2001 sonrasında sürekli yükseldi; 2005’in sonunda bu oran %6,4’e ulaştı. Bu yükseklikte bir cari açık, her zaman ciddi bir risk unsurudur. Nitekim Mayıs ayındaki dalgalanmada uluslararası yatırımcıların önce Türkiye piyasalarından çekilmesinde en önemli faktör cari açığın bu seviyesi oldu. Dolayısıyla, bu çemberin dışına çıkamadığı müddetçe Türkiye ekonomisi, ABD her hapşırdığında nezle olmaya mahkumdur.
Cari açıktan sonra, Türkiye ekonomisindeki ikinci önemli kırılganlık unsuru, kamu borç stokunun büyüklüğüdür. 2001’de %100’ün üzerine çıkan GSMH’ye oranla kamu borç stoku, bütçe dengesinde sağlanan başarı sayesinde 2005 sonunda %68’e kadar geriledi. Son zamanlarda bu gerileme oranının yavaşlamış olmasına rağmen, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde %60 olan Maastricht kriterinin de yakalanması bekleniyor. Ancak, son dönemde yapılan bazı çalışmalar, gelişmiş ülkeler için normal bir seviye olan %60 eşiğinin Türkiye gibi kredi notu pek iyi olmayan, makro ekonomik dengeleri daha zayıf ülkeler için çok daha düşük olduğunu gösteriyor.
Kamu borcunun yüksek seviyesinin yanı sıra, bu borcun ortalama vadesinin -son zamanlardaki uzamaya rağmen- hâlâ oldukça kısa olması ve reel faizlerin yüksekliği de ciddi kırılganlık kaynakları arasında yer alıyor. Türkiye’nin ödediği reel faiz oranı, Mayıs ayından önce, gelişmiş ülkelerinkine bir hayli yakınsamıştı. Ancak, yaşanan dalgalanmadan sonra reel faizler hızla yükseldi. Dolayısıyla, zaten yüksek olan Türkiye’nin borç servisi yükü (anapara ve faiz ödemeleri) iyice ağırlaştı. Sonuçta, 2007 Merkezi Yönetim Bütçesi’ndeki faiz harcamaları, 2006’ya göre 6 milyar YTL artışla 52,9 milyar YTL olarak öngörüldü. Rakamı algı eşiğimize çekmek için küçük bir hesap yaparak, önümüzdeki sene boyunca Türkiye’nin dakikada yaklaşık 100.000 YTL borç faizi ödeyeceğini söyleyebiliriz. 2007 bütçesi hazırlanırken, “popülizm yapılmasın” uyarılarını eksik etmeyerek bu ülkeyi ne kadar çok düşündüklerini gösteren büyük sanayici ve işadamlarımızın, Türkiye’nin gelecek nesillerini dahi ipotek altına alan “faiz terörü” karşısında herhangi bir açıklamadan kaçınmaları ise dikkat çekicidir.
Türkiye gibi kur riskinin ciddi boyutlarda olduğu bir ülkede, özel sektörün dış borçlarındaki artış bir diğer önemli kırılganlık kaynağını oluşturuyor. Özellikle de döviz cinsinden geliri olmayan şirketlerin, düşük faiz avantajından yararlanmak için yabancı para cinsinden kredi kullanmaları tehlikenin boyutlarını artırıyor. Bu durum sadece açık pozisyon veren şirketler için değil, bankacılık sektörü açısından da sakıncalı bir durum arz ediyor.
Türkiye’nin sahip olduğu işgücünün düşük profili ve sektörler arasındaki dengesiz dağılımını da Türkiye ekonomisinin zayıf noktaları arasında saymak gerekiyor. Ayrıca işgücünün yapısında süregiden çözülmenin hızı da kendi başına kırılganlık meydana getiriyor. AB’yle bütünleşme sürecinde tarımda istihdam edilen nüfusun oranı giderek azalırken; nüfusun %18’ini oluşturan ev hanımlarının işgücüne katılımı artıyor. Buna hızla artan genç nüfusu da eklediğimizde, bu insanlar için yeni istihdam alanlarının yaratılması, Türkiye ekonomisinin önündeki en ciddi sınavlardan birini oluşturuyor.
Mayıs’ta korkulan senaryo gerçekleşti ve Türkiye ekonomisi küresel piyasaları sarsan dalgalanmada iyi bir sınav veremedi. Bugün küresel ekonomik sistemden kaynaklanan riskler Mayıs’a göre daha azalmış değil. Olası yeni bir düzeltme enflasyonu, faiz oranlarını ve kuru, şimdiki seviyelerinin çok üstüne çıkartıp, makro ekonomik dengeleri ciddi bir şekilde sarsabilir. Yeni hayal kırıklıkları yaşamamak ve ekonominin diğer alanlarında elde edilen kazanımları koruyabilmek için yukarıda dile getirilen kırılganlıkları bertaraf etme yönünde azami irade gösterilmelidir. Zira bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomiye sahip olmadıkça, Türkiye’nin hedeflerine ulaşması tesadüfler çerçevesinin pek dışına çıkamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et