MUSTAFA Özel yıllar önce “Otobüsteki Bilge: Cemil Meriç” başlıklı yazısında, “Cemil Meriç öldü ve unutuldu. Bu kadarını hak etmemişti.” diye yazmıştı. Bu kesif, çarpıcı ve sitem dolu ifadeler kaleme alındığı sıralarda, ben Cemil Meriç ile tanışalı bir yıl olmuştu. Kozaklı Lisesi pansiyonunda bir arkadaşımla birlikte Bu Ülke’yi okumuştuk. Coşkulu dili, berrak üslubu, geniş tecessüsü ve o zamanlar çok anlamasak da tefekküre çağrısı genç dimağlarımızı esir etmişti. Diğer kitaplarına ulaşmam için üniversite yıllarını beklemem gerekecekti. Üniversite yıllarında fark ettiğim ilk şey, Cemil Meriç’in benim de içinde bulunduğum nesil üzerindeki derin etkisi olmuştu. Demek ki o küçük yatakhanede yalnız değilmişiz. Zamanla anladım ki, Cemil Meriç esir ettiği o genç dimağları büyütmüş ve şahsiyetlerinin teşekkülünde mühim bir rol oynamıştı. Cemil Meriç Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru doğmuştu. Cumhuriyet’ten büyüktü. Parçalanmışlığın, elden yitip gitmenin ne demek olduğunu ruhunun derinliklerinde yaşadı. Tanpınar’ın “tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız” diye tarif ettiği bir maceraya şahitlik etti. Bu anlamda Meriç, Türkiye’nin öteden beri yaşadığı acı ve sert tecrübelerin içinden geliyordu. Bundan dolayı tenkitleri, teşhisleri, kıyasları sert ve acıydı çoğu kere. Muarızlarının muvâcehesine yürürken acımasızdı. Meriç, ilmin ve irfanın izzetini ayaklar altına alan ya da ona gölge düşüren herkese muarızdı.
Türkiye’nin acı ve sert tecrübeleri aynı zamanda yenileşme çabalarımızın da bir tarihidir. Bu çaba pragmatizmi ilke olarak benimser. Acelecidir. Teknik ve güce neredeyse bir kutsiyet biçer. İnsan ve tefekkür değil, eylem merkezlidir. Bu nedenle de sürüp giden bu tarihî tecrübemizin en temel hususiyeti mekanikliğidir. Cemil Meriç bütün bunların farkında olarak felaketimizin kaynağını kültür ve irfan yokluğunda buluyordu. Belki de bu tecrübeyi yok saymalıydık. Tecrübe ona göre, bayağılığa alışmak ve bayağılaşmaktı. Yenik düşmüş bir medeniyetin çocuklarının yenilmişlik psikolojisine bu kadar kapılmalarının sebebi bu mu acaba? Müptezel olan her şeye düşmandı; ama acırdı da: “(…) gündeliğe, bayağıya, alışılmışa takılıp kalan bir dikkat ne kadar zavallı.” diyordu. Halbuki bir toplumu ayağa kaldıracak olan şey hür, asil ve namuslu tefekkürdü. Fakat söz konusu toplum olunca dikkati elden bırakmamak gerekiyordu: “Kaderimizi çizen toplum, ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık.” Bu sebeple evleviyetle kütüphanelere ihtiyaç vardı. Bayağılar bu mabede giremezlerdi çünkü.
İlme, irfana asaletini yeniden kazandırma çabasındaydı. Bunun da ancak kendine dönmek yani fildişi kuleye çekilmek ile mümkün olduğuna inanmıştı. Düşünce çığlık ile bağdaşmazdı. Bir meseleyi ispat etme peşinde değildi, sadece derinleştirmek arzusundaydı. Metinleri arasındaki tenakuzları da böyle yorumlamak lazım. Münzevi bir dervişti. Kalp ve vicdan adamıydı. Meseleleri mütalaa ederken kalbî ve vicdanî olanı esas almaya çalışırdı. Tek başına yürüdü ve münzevi bir hayat doldurdu. İdrakimize giydirilen deli gömleği ancak bu şekilde çıkarılabilirdi. En önemli hususiyeti yalın olmaya cesaret etmesiydi. Dahası hayatın bütün mızmızlarından sıyrılmasıydı. Katil ve lanetli altına karşın, camı yüceltmesi bundandı: “Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lânetlenmiş bir maden, altın. Adı tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.” Bu satırlar Meriç’in güç ve gösterişe karşılık basitlik ve sadeliği tercih ettiğinin bir nişanesi. Tercihi, kalıcı olandan yana değil, fani olandan yana. Basit olanın inceliğine ve ihtişamına güveniyordu. Bitmez, tükenmez bir çalışma azmi vardı, ama bu tûl-i emel değildi. Tûl-i emelin insanlığın felaketine yol açacağına inanıyordu.
Cemil Meriç, “bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını” bilmek lazım geldiğini ihtar ediyordu. Buna zaaflarını, tezatlarını, aşırılıklarını, huzursuzluklarını da ilave etmek gerekir. Üstadın bu ilaveye itirazı olmazdı sanırım. O bütün bu haslet ve hususiyetleri kendinde taşıyordu. Meriç’in zaafları, tezatları veya aşırılıkları herhangi bir mütefekkirden daha fazla değildi. Kendini en çok da “Osmanlıyım” diye tavsif ediyor, bir imkân olarak İslam’ın kişiliğimizdeki ve kültürümüzdeki kaçınılmaz varlığına dikkat çekiyor ama yine de Tanpınar ve diğer birçok Türk aydını gibi, o da mazi ile nerede ve nasıl bağlanması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Bir arayış içindeydi. Herkes gibi bir “benlik ve şuur buhranının çocuğu”ydu. “Hamlet’ten daha keskin bir ‘olmak veya olmamak’ dâvası” içindeydi. Bu anlamda Cemil Meriç düşünce ve kültür hayatımızın yüksek bir hâsılasıdır. Üslubuyla Sinan Paşa, tecessüsü ile Ahmed Mithat, ıstırabıyla Ahmet Haşim ve Peyami Safa, inanmışlığıyla M. Akif, mağrur öfkesiyle Necip Fazıl, şüpheciliğiyle Beşir Fuat, tezatlarıyla Abdullah Cevdet, âsîliğiyle Nazım Hikmet, çığlığı ve yalçın iradesi ile Said Nursi, huzursuzluğu ile Tanpınar, namusluluğuyla Kemal Tahir, zaafları ve hayal kırıklığı ile Celal Sılay’dı.
Öte taraftan Cemil Meriç’e yönelik çokça yapılan bir eleştiriyi vuzuha kavuşturmak gerekiyor. “Üslubu iyi ama bir düşüncesi yok!” ya da “Üslubu için okurum, düşüncesi için değil!” diyen azımsanmayacak bir grubun müstehzi edası da var. Oysa sorulmalı ki, üslup ile düşünce birbirinden ne kadar ayrılabilir? Coşkulu, incelikli, yer yer alaycı bir üslup, ancak zengin bir düşünce dünyasından beslenebilir. Kötürüm bir üsluptan düşünceye dair sahici bir şeylerin neşet ettiğini gören var mı? Bütün ömrünü hür ve hasbi tefekküre adamış Cemil Meriç’e yönelik bu istihzayı garip bir ironi olarak kabul etmek gerekir.
Vefatının 20. sene-i devriyesinde Cemil Meriç daha fazla hatırlanmış gözüküyor. Takipçileri ve hayranları ziyadesiyle arttı. Ne var ki şu ana değin Cemil Meriç’in ne üslubunun rikkatine ne de düşüncesinin berraklığına erişilebildi. Oysa peşinde giden genç dimağların Üstadın bu derin nüfuzunu bir etki olmaktan çıkarıp bir fikrî şahsiyete döndürmeleri gerekiyordu. Takipçileri onun üsluptaki rikkatine ve düşüncedeki berraklığına erişemedilerse hatta ötesine geçemedilerse, asıl buna hayıflanmak gerekir. Ve asıl bunu hak etmiyor, Cemil Meriç. Bazen unutulmak daha güzel ve daha iyi olabiliyor.
Paylaş
Tavsiye Et