TÜRK kamuoyunun PKK ve Kuzey Irak meselesine odaklandığı son birkaç aydır Ortadoğu’da, bölgedeki gelişmeleri takip edenlerin dahi hızına yetişmekte zorlandığı ziyaretler, toplantılar, zirveler gerçekleşiyor. Bu diplomatik hareketliliğin odağında ise Türkiye var. 27 Kasım’da Annapolis’te gerçekleştirilen Ortadoğu konferansı öncesinde, 11-13 Kasım’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas Ankara’ya geldi; ardından 15-17 Kasım’da İstanbul’da Uluslararası Kudüs Buluşması yapıldı. Abbas-Peres ziyareti ile Kudüs Buluşması’nın ortak noktası, gerek iç gerekse dış kamuoyunda büyük yankı uyandırmaları ve farklı kesimlerden yoğun eleştiri almalarıydı. İsrail işgaline karşı çıkanların, Abbas-Peres buluş(turul)masından ve Peres’in TBMM’de konuşmasından dolayı vicdanları sızladı; bunu Ankara’nın, PKK’ya karşı mücadelede ABD ve Yahudi lobisinden destek bulmak için attığı bir adım ve Hamas’ı tecrit edenler kervanına katılması olarak yorumladılar. Bu buluşmayı takdirle karşılayanlar ise Hamas ve direnişe destek verildiği gerekçesiyle Kudüs toplantısını eleştirdiler. Ancak bu iki buluşma, aslında Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bir özetiydi.
2002’den bu yana komşularla ilişkilerini düzelterek çevresinde barış unsuru olmayı önceleyen hükümet, bölgesinde barış ve istikrarın tesisi için gerekli olan rolleri üstlenmeyi dış politikasının ana hedefi haline getirdi. Bu bağlamda Soğuk Savaş mantığıyla bölgesel kutuplaşmalarda taraf olmak yerine, tüm taraflarla arasını iyi tutmaya özen göstererek, anlaşmazlıklarda arabulucu olmayı tercih etti. Başlangıçta kuşkuyla karşılanan bu yeni rol, artık gerek bölgesel gerekse küresel oyuncular tarafından büyük ölçüde kanıksanmış durumda. Hatta aralarında hiçbir diplomatik ilişki bulunmayan düşman taraflar problemlerinin çözülebilmesi için Ankara’dan yardım istiyorlar. Bu açıdan değerlendirildiğinde, her ne kadar Filistin’e resmî yardımlar ve yatırımlar Batı Şeria’ya ve el-Fetih yönetimine kaydırılsa da, Ankara’nın Hamas veya el-Fetih’ten birini diğerine tercih ettiğini söylemek zor. Türkiye’nin amacı, barış girişimlerinde başarısızlığın en temel sebeplerinden biri olan İsrail yanlısı Amerikan tekelini kırarak arabulucu sayısını artırmak. Bunun İsrail ve ABD tarafından ne derece kabul göreceği ise şimdilik büyük bir soru işareti.
Kudüs’e Gönül Verenler Buluştu
Uluslararası Kudüs Müessesesi’nin öncülüğünde, TGTV’nin evsahipliğinde İstanbul Feshane’de gerçekleştirilen Uluslararası Kudüs Buluşması’nda Kudüs davasına gönül verenler “Medeniyetin beşiğini koruyalım” sloganıyla bir araya geldiler. Üç gün boyunca Kudüslülerin yaşadıkları problemler, Kudüs’ün Yahudileştirilmesi için İsrail’in attığı adımlar, Kudüs’e karşı İslam ve Batı dünyasının sorumlulukları ve Filistinlilerin kendilerini müdafaa yöntemleri tartışıldı.
Sempozyumda Kudüslüler yaşanan sıkıntıları şöyle anlattılar: Kudüs’teki tarihî eserler ve başta Harem-i Şerif olmak üzere kutsal mekanlar tahrip ediliyor. Konut, en büyük problemlerden biri; zira inşaat yapmak oldukça zor, ruhsat almak için 3-4 bin dolar ödeyip 6-7 sene bekleniyor. Evlerin %70’inin altyapısı yok. Ambargolar nedeniyle sanayinin olmadığı şehirde, tarım bölgelerinin %35’ine, su kaynaklarının %85’ine el konmuş durumda. Maddi imkansızlıklarla boğuşan derneklerin hayır faaliyetleri durma noktasında. Filistin genelinde 10 bin mahkumun ailelerine bakılması gerekiyor; ancak bunlara yardım edenler terörist muamelesi görüyor. En kötüsü ise, sonu gelmez İsrail işgali ve ambargolar sonucu ümitlerini yitiren gençlerin (ki bunların sayıları 5 bini geçiyor) yaşanan acılardan kaçış için uyuşturucu batağına sürüklenmeleri. Bu şartlar altında Kudüslüler, ya hicrete ya da kötü şartlarda yaşamaya mahkum ediliyor. İsrail’in Kudüs’ü Yahudileştirme politikasına karşı direnişin devam edebilmesi için Filistinliler, manevi desteğin yanı sıra maddi destek bekliyorlar.
ABD ve İsrail’in engellemeye çalıştığı Kudüs buluşmasından katılımcıların beklentileri yüksekti; barış konusunda ise ümitsizdiler. Bugüne kadar her barış girişimiyle düşmanlığın ve Yahudi yerleşimlerinin katlanarak arttığını, müzakerelerin işgali ve zulmü meşrulaştırmaya ve unutturmaya dönük olduğunu vurguladılar. Filistin konusunda uzman Amerikalı bir avukat olan Stanley Kohen’in şu sözleri önemliydi: “Ülkenize gelip işgal ediyorlar, sonra da barış diyorlar. Batı barış derken İsrail’in güvenliğinden bahsediyor; ancak Filistinliler için adaletten bahseden yok.” Hamas’ın Siyasi Büro Başkan Yardımcısı Musa Ebu Merzuk ise, “Annapolis Konferansı Filistin sorununu çözmek için değil. ABD’nin çözüm için bir programı ve projesi yok. Bu konferansa katılım dolaylı olarak Amerikan ve İsrail politikalarına destek anlamına gelecektir” dedi. “Bölgeye barış nasıl gelir?” sualimize, İslami hareket lideri Raid Salah, ancak İsrail işgalinin bitmesiyle cevabını verirken; Kohen, öncelikle barışın önündeki en büyük engel olan ABD’nin aradan çekilmesi gerektiğini belirtti. Türkiye’deki Abbas-Peres buluşmasını sorduğumuz Filistinliler ise, bugüne kadar Türk hükümetinin Filistin halkına desteğinden minnettar olduklarını; ancak Ankara’nın girişimlerinin Filistin halkının maslahatına olması gerektiğini vurguladılar.
Buluşma Kudüs’e dair bilincin oluşturulması açısından önemliydi. Ancak siyasetçilerden ilim adamlarına, işgali bizzat yaşayanlardan Müslüman ve Hıristiyan kanaat önderlerine, STK temsilcilerine yaklaşık 70 ülkeden 3.000’i aşkın katılımcının buluştuğu böyle önemli bir toplantıda -istisnalar hariç- yapılan konuşmaların düzeyi beklentimizin çok altındaydı. Mısırlı akademisyen Hasan Nafi’nin, İsrail’in ve Yahudilerin çok önceden uzmanlarınca hazırlanmış projeleri zamanı geldiğinde yavaş yavaş hayata geçirdiği hususuna yaptığı vurgu göz önüne alındığında, slogandan öteye geçmeyen ve bırakın ileriye dönük bir perspektifi anı dahi kurtarmaktan uzak sözlerle “Medeniyetin beşiği”nin nasıl korunacağı, üzerinde düşünülmesi gereken bir husus.
“Son Şans” Annapolis
Ortadoğu ‘barış’ konferansının ortaya çıkış zeminini Eylül 2007 tarihli Anlayış’ta irdelemiştik. Hamas’ın Gazze’yi kontrolü altına aldığı bir ortamda, derin görüş ayrılıkları olan tarafları bir araya getiren unsur, iç politikada güç kaybeden Bush-Olmert-Abbas üçlüsünün suni bir barış havasına duyduğu ihtiyaçtı.
Barış için “son şans” olarak sunulan Annapolis, gerek görüşmelere temel oluşturması beklenen ortak belgenin son dakika da olsa hazırlanabilmesi gerekse konferansta Amerikan yönetiminin istediği gibi geniş bir katılımın sağlanabilmesi, özellikle de başta Suudi Arabistan ve Suriye olmak üzere Arap ülkeleri ile İsrail’i aynı masa etrafında toplayabilmesi açısından bir ‘başarı’ kabul edildi. Ancak 12 Aralık’ta ilk müzakerelere başlanması ve ABD’de başkanlık seçimlerinin de yapılacağı 2008 sonuna kadar nihai çözüme ulaşılması ‘ümid’inin kaç gün süreceği henüz belli değil. Zira adil bir barışa giden yolu açamayacak olan bu konferansın yeni bir bölgesel kutuplaşma ve çatışmaya yol açması ihtimali oldukça yüksek.
“Teröre karşı savaş” stratejisi de, Büyük Ortadoğu Projesi de ‘başarısız’ olan Bush yönetimi, bölgede bizzat yarattığı kaos ortamını, bu kez de barış oyunuyla kendi lehine çevirmeyi hesaplıyor. ‘Barış’ havasını İran’a karşı bir koalisyona dönüştürmek için kullanması kuvvetle muhtemel.
Annapolis’in ‘başarısı’nın ilk test alanı ise, üç senedir Batı yanlılarıyla Suriye-İran yanlılarının nüfuz mücadelesine sahne olan ve üç aydır bu mücadele nedeniyle bir isim üzerinde uzlaşılamaması neticesinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tam beş defa ertelendiği Lübnan olacak gibi görünüyor. 30 Kasım’daki seçimler bu açıdan kritik.
Paylaş
Tavsiye Et